4 Kasım 2010 Perşembe

Kalbi Tutma Vakti

ı.

Saatlerdir, hayır günlerdir düşünmekteydim. Bir büyüğümün nasihatlarından aldığım notları çizip, defalarca aynaya bakarak bildiğim bir çok şeyi tekrarladım. Her sabah aynı saatte uyanıp, aynı rüyalardan kalktığımda elimi yüzümü yıkarken aynaya bakıp “günümü bereketlendir allahım” dediğimde, havluya uzanıp temizlediğim yüzümü kuruladığımda, üzerimde gece boyu bana eşlik edip sabahleyin yerini daha yeni, daha özel kıyafetler aldığında kimsenin kimseye küsmediğini görmekteydim. Oysa ki varlığının sebebi muhteşem güzelliklerle dolu insan, insana ne de çok kırılıyordu. Ne de çok. Ne de.
Parantezleri çok fazla olan bir dünyada yaşıyorduk. Kurak iklim nedir, hatta sadece kar nedir bilmiyorduk. Yine de mutsuzduk, yine de doyumsuz. Dışarıda kar vardı, geceden anlaşmıştı belli ki yeryüzüyle. Öyle güzeldi ki, birazdan o güzelliği kirletmek için botlarımı giyiniyordum. Ufacık tefecik ayak izlerime bakıp gülümsüyordum, bana ne kadar küsebileceğini tahmin bile etmeden. Üzerine basmama izin veren kardan zevkle kartopu yapıp birilerine fırlatabiliyordum. Ne kadar da şanslıydım kendimce. Gökyüzü ne kadar maviydi. Her sabah selamlaşırdım onunla. Bahçemizdeki ağaçlarla, çiçeklerle, yonca yapraklarıyla…
Oysa insanlarla öyle değildi, ne kadar da sinirliydik, ne kadar da esniyorduk, uykusuzduk, sevimsizdik, daima rahatsızdık. Ben her şeyi abarttığımı düşünüp, rest çekiyordum artık hayata. Kimse bilmiyordu.

ıı.

Uzun yolculukları düşünüyordum. Şeritlerin nasıl birbirini kovaladığını. Üniversite yıllarında ulusoy seyahatlerimi ne kadar özlediğimi. Gecenin yolculara ne kadar özel süprizlerle eşlik ettiğini. Şimdiki gibi değildi hiçbir şey. Sokaklarda bir başına ellerin ceplerinde yürüyebiliyordun mesela. Karadenizin bir sahil kasabasında gün batımını tek başına izleyebiliyordun, denizin güneşle nasıl anlaşırcasına sohbet ettiğini. “güneşin secde edişine” şahitlik vakitlerini ne de çok özlüyordum şimdi. Bir de dost sohbetlerini. Her şey gibi o da eskimekle kalmadı, artık inancını yitirdiğim bir çok şeyle birlikte toprağa gömüldü sanki. Şimdi her şey daha modern, daha fiyakalı, daha görülmemiş. Varlığımın sebebini unutturmaması için dua ediyorum her şeye rağmen yaradanıma.

Kalem tutan ellerimle beyaz sayfaları doldururken nasıl rahatladığımı bileniniz yoktur, ben hiç tarif edememişimdir bu duyguyu. Ama ‘yazmaktan asla vazgeçmemelisin’ diyen o büyüğüme beni cesaretlendirdiği için birkaç satır da olsa özel cümleler kurmak istiyorum. Cesaretimi hoş görsün güzel yüreği…
“izin ver eskisin.”diyordu, “yaşasan tüketebileceğin birini büyütüyorsun” diye ekliyordu. Bir masal kuruyordum ben, zarifoğlu’nun dediği gibi. Hüznü nakış diye gönlüme işliyor, beni yüreğinde taşımayacaklara yüreğimi veriyordum. Onunla konuşurken ise sanki her şeyin bir anda bir kar tanesi gibi olduğunu hissettim. Her tane değişik, her tane başka umutlarla dolu, her tane öyle narin yüreğime düşüyordu ki inanılmaz güzel bir mevsim gönlüme yağıyordu. Oysa o Trodos’da karı izlemekten bahsediyordu, yazısında. Birlikte sıcak iklimlere gidiyor gibiydi. Annelerimizin koynundaki şefkatin eşliğinde… bir annenin ne kutsal olduğuna şahitlik ediyordum. “allahım onu hep sev, hep sevindir” diyordum. Meleklerin amin deyişini hissederek…
ııı.

Uçurumun kenarından eskimesini istediklerimi fırlatıyor gibiydim. Sevgi emek istiyordu, “sevmek büyütmektir” diyordu o. Gözlerimin mavisinde sohbet eden bir güneşin batması gibi bir kaos yaşıyordum. Ama güçlüydüm, güçlü kılınmıştım, bunu kullanmalı ve aynalara küsmemeliydim. Çünkü bahar gelecekti, kar izlerimi alıp gidecek ve beni yeşil yaprakların arasında gülümsetecekti. Yine karamsar mısın diyen hiç kimseyle yeniden tanışmak istemiyordum. Eskitmek… ya da eskide kalmak niyetindeydim.

(Sen kalbi uslanmaz bir çocuksun ey sevgili ben! Sen sahte dünya kuruntularından uzakta kalmak isteyip bir türlü başaramayan; pencereden dışarı baktığında bir daldan bir yaprağın ayrılmasına bile hüzünlenensin. Duanı eksiltme ve ne olursa olsun sev, sev ki daha da güçlenesin. Sev ve de “belki şöyle olsaydı her şey daha iyi olurdu” diyebileceğin hiçbir şey de gönül bırakma. Çünkü Karakoç’un da dediği gibi “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” Her şeyin bir sahibi olduğunu, asıl gerçeğin aslında burada olmadığını, iyiliğin hep büyük kazanç olduğunu bil. Aşkı bırakma. Sen aşka kayıtsız şartsız ömrünü verensin ey sevgili ben! Sen aşka karşılıksız çağrı bırakansın ey sevgili ben! Aşk bir gün çağrını görecek ve gökten üç elma düşecek . )

bir şiirle anlamlandırmak belki de yaşadıklarını insanın:

Artık dayanamam
Yabancı isimlerin ebelerinin içinden
Yabancıların ter kokusunun içinden
yabancının buyruğu ile geçmeye
Ey toprağım kalkamadığım
Üs kimin üssü
Kime ait minare
Ey sen karşımda paylaşılan
Alna dudağa ve kalbe ayrılan
Sen aşkım sabah doğrulunca bağırdığım
Geceleri sancınla kıvrandığım
Karanlığı itiyorum yine gelir
Sabahı seviyorum özlüyorum
Seni aydınlığa getirip anlıyorum
Daha sonra ışıksızlıkta anlamsız
Ve sancım var
İnceden ve derinden gözlüyorum
Çılgınlık ve inceliyorum
Kilom elli beş boy bir yetmiş üç
Sen kendime etiplikle eklediğim
Kanı benden canı ciğerimden alırdım
Aydınlıktın
Hep onarırdım eksiyenlerini güneşle
Ay gece görününce açar aylığını
Kurbanlar ve senin büyüklüğün dağınıklığın
Çünkü her bölgeni başka bir şehirde yaşadım
Küskünlüğünü aşk öncesi şehirde
Etinin lekelerini doğduğum şehirde
Korkularını ve yüksek korkmalarımla
Irmağı kapayan boydan boya
Suyu toprağa ilave eden şehirde
Gidişini özel olarak
Kalbimin bağışladığı şehirde - en önce
Ayrılık vardı hep (Cahit Zarifoğlu)



Rabia Görmüş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

GELEN MESAJ

Uzunca zamandır işlediği nakışı sehpanın üzerine bıraktı ve telefonuna gelen mesaja baktı. Yüzü ekşi bir tat almışçasına büzüştü ve kendin...