14 Nisan 2011 Perşembe

KURGUSAL ENFEKSİYON / RABİA GÖRMÜŞ

Vicdanının derin kuyularında sessizce bekleyenler, ağrıların gün yüzüne çıkacağından habersizdi. Bu kentte yaşamak, biraz zamansız olacak ama, kıyametin kopacağına yaklaşmak demekti. Issızlaştıkça daha çok anlayabilirdi insan ve nöbete kalan askerleri de düşünmek demekti bu. Yüzünde tebessüm dahi olmayan o mermerden Dolmabahçe bekçilerini ya da. Düşünelim diyorum, alt tarafı tenezzül buyuralım mesela.

Çünkü artık kızmıyorum telefonun diğer ucunda kendisinden yardım alıp teşekkür etmeyi dahi akıl erdiremeyenlere. Onlarında hakkı ki yaşamak. "na to kefari,na to mermari" yunanca bir atasözüymüş, ilgilenenlere.

Çünkü sıradan insan olmak için illa dişinin kovuğuna kaçan kırıntıları “cıkcık” diyerekten bir türlü çıkartamamak da gerekmiyor. Şu karşıdan gelen yarin yalın ayaklı hali gibi. Off! Beynime hükümsüzlük verileceği güne kadar sakin durmalıyım. Yontuyorlar mahzenimin ilk meyvesini sanki. Tık tık tık tık... Ağır ağır geliyor zaman üzerime ve saçlarıma ak ha düştü ha düşecek.

Yarın çok geç olmadan, üzerimdeki sinir halini yumuşaklığa çevir rabbim. Kolaylaştır işimi.

Tırnaklarımın derime geçiyor olması, dalgınca ellerimi başımda birleştirip etrafa baktığım sandalyemde oturuyor olmam, ağzında cak cak sakız çiğneyen kadınların tutkulu olduğunu zannettiği gülüşleriyle ilgilenmediğimi düşünüyordum. Başını kaşımaya fırsatı olmayanların, bu dünyada ruhsal sorunları olup olmadığı hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Olsundu, ben yine google’a girip bilmediğim isimlerin ne anlama geldiğinin merakını duyuyor olacaktım. Gece yarısı üzerime düştüğünü zannettiğim ateşimin, evet, sadece otuzaltıbuçuk olmasına bile tahammül edebilirdim, yükselmemişti çünkü. ‘Bana öyle gelen’ ne çok şeyi birden kurgusal enfeksiyon gibi algılayıp damarlarıma aldığımı da önemsiz buluyordum. Canım, kapalı çarşıda açık hava almak isteyen kokoş kadınlara, sıkılıyordu. Canım sıkılıp duruyordu, durup durup sıkılıyordu; kilo aldığım için, hayatıma fazlalıkları aldığım için, sürekli kurguladığım korkularım için, raprapraprap şeklinde adımlarım için. Evet sakız çiğnemeliydim cak cak. Bu, belki de bana çok daha iyi gelecekti. Hem artık yaşamak, dil ucuma gömdüklerimden daha fiyakalıydı.

Algı problemi olanlara müjdeli haber!

Kara kutusunu açtırdığımda, düşen uçağımın, kalp evimin padişahı sandığım adama söyleyecekleri vardı. Kadınların iç sesleri cızırtılıydı ve çocukları basbas bağırıyorlardı. Karnına ağrı gireni mi dersin, uğuldayan kulaklarını tıkayanı mı? Oh olsundu, hiçbir şeyin basit, hiçbir yolun düz olduğunu göremeyesicelerdi. Ritmik şekilde ezberliyordum oysa duyduklarımı:

“tavana dikili gözlerimden akan yaşları silmede silme. Silmede silme. Oy oy. Bir nöbet günü gelir de görürsün, olması neymiş istemediklerinin. Oy oy.”

Bir teşhis koyuyorsanız, tüm sebepleri de beraberinizde götürdüğünüzü bilmelisin.

Kartpostallardaki renkleri uyumsuz bulduğum bir sabah, ezan sesiyle şenlenen seherime ramak kala avuçlarımın sevincini aktaramam buralara. Çok kaba tabirlere giremem sırf anlatabilmek uğruna. Ki nakış nakış işleniyor vurgulu sessizlik odama. Bırakalım böyle gitsin. Ne dersiniz? Evet değil mi! Evet evet böyle gitti, gittiği yere dek. Sonra vapur geldi, ben uzaklaştım o limanlardan. Seherlere açtım ki yelkenlerimi, 'hoşçakal' dememeliyim el sallayanlarıma.

Üstü kalsın, geri kalanını bozdur bozdur harca, ömrünün. Ya da “Lâ Havle” enerjisi al gönlüne. Kuvvet dile, Sahibinden.

Kaldı ki, teşebbüs ettikleri yaralar, günah bazındaysa, insanı.

Kalakalıyorum gün doğarken ve ben aslında ömrümün en güzel sabahlarını onunla uyanacağıma inanarak büyüdüm. Henüz gelmedi. Yüzümdeki sivilcelerin sebeplerini de böylelikle açıklamış buluyorum. Kahve bile ısmarlarım her sabah ve her akşam ve her yanımdalığının şerefine. Hiç uykum gelmez bir baharı onunla beraber düşlerken. Sonsuz bahar düşlerken, güçlü bir ırmak gibi ömrümde onu düşlerken… Üşümeden kar topu, üşümeden cadde, üşümeden buzlu soda içebilirim, cehennem mevsimlerinde. Gün gibi doğacaksın ya hani, olacakları kestiremeyecek kadar çok gürültülü düşünmelisin.

Saçma mı buldum?
Haliç geldi aklıma, Boğaziçi, karayı karaya kavuşturan yol haritaları da mı saçma. Trafiğini tıkıyorsun, düşüncelerimin. Ölüm gibi.

Korkularının üstüne yürüyemeyen insanların, omuriliğinde olduğunu sandığı sıcak sıvı, onları hiç terk etmez. Oysa yenilen korkunun kirpiklerine toz kaçırır da düşünceler, yaşarır gözleri. Bilesin!

'Ahh’ et. Ahh, 'masumum ben' de. De, hani bana anlattığın gibi, ‘seni kimler aldı, kimler yaşatıyor seni’!

Ondan bahsetmeyelim, vazgeçelim ondan. O, bir kabus gibi her köprü başında ses olup uğuldayan, insanımsı birşey gibi. Hiç korkmayalım ondan, bir gülümsemeyle bilmem kaç sayfalık mutlu olma sanatını anlatan kitaplar okuyalım. Belki baharın ilk çiçeği gönlümüzdedir de, göremiyoruzdur.

Reçetesini kendinin yazdığı bir hayat düşlüyorsan Allah’a kaç. Kurgusal enfeksiyonun kesin çözümü.

Rahatlamalıydım, gece üzerime geliyordu. Oysa vahyin mutlu olmakla birebir bağlantılı olduğundan da haberdârdım.. Bilmek bazen canımı daha da yakıyordu. Çünkü umut ile korku arasında idim. Çünkü insandım. Çünkü tevekkül.

Çünkü:
“Allah sınırları aşanları sevmez” (maide 87)

Çünkü:
“Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar”(nisâ 124)

Hepsinden önemlisi eşrefi mahlukâttım, yanılgılardan kurtulabilmek adına ışığa bir adım daha attım.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Bak Burası Çok Ağlamak, Bak Burası Dünya / Rabia Görmüş

Ha bir de İstanbul var, birden aklımı çeliyor. Yâr sözü, salına salına, vapurlarda geliyor. Ne vakit düşlesem bu kentte yalnızlığı, kendimi kalabalıkların tam ortasında buluyorum. Bir fotoğraf karesine, ustalıkla tüm kenti sığdırıyorum.

Başını kaşımaya bile fırsatı olamayan, ellerinde çantaları, gözlerinde mutlak bir anlamı olduğuna inandığımız -güneşsiz havada takılmış- güneş gözlükleri, kravat tam takır, cepler kuru bakır, ‘siyah giyme toz olur, beyaz giyme söz olur’ cinsinden adamların dokunmazlığıyla yürüyoruz; aslında tamamen evrensel düşünmeye zorlanıyorsam da, modern çağın ruhsal tekerlemeleri eşliğinde bir şeyler içmek de fena olmaz hani. Şerefine dünya dedikleri kiminin kabusu, kiminin cenneti. Ey!

Şimdi yokum. Şimdi bir tepeden size sesleniyorum. Şimdi Arnavut kaldırımlarında bir şarkıcının dilenerek kendini ifade ettiğinin melodisiyle ayılıyorum. Boğaz görünüyor. Yâr görünmüyor. Usulca eğilip, kendimle baş başa kaldığım bir limandaymışcasına, gözlerimi avuçlarımla siliyorum. Kadınların bir mendilde ne çok şey biriktirdiğini anlatmamın doğru olmayacağını bildiğimden beridir hep suskunum. Susuyorum.

Öyle kesik kesik öksürmelerle bir şeyin ifade edilmeyeceğini bildiğim beridir gülümsüyorum ve bir kişinin sağırmışcasına olanları duymak istememesi dahilinde kulaklarını tıkamasının gerçeğini değiştirmediğini biliyorum. Bir adam tüm bunlardan sıkılıp kendine bir silahı doğrultabilir, beynine dayayıp tetiğe davranabilir. Ama bir kadın her zaman ikinci bir yöntemin beşiğinde tıngır mıngır sallanadurur. Ve.

Avunmak, tüm köşelerini kaplamıştır ruhumuzun. Yanılgılarımız törensel bir havada, asker ritmi eşliğinde az sonra mezara girecekmişcesine bizleri hüzünlendirir. Gerçek ayan beyan kendini göstermiştir, ama yine de… Sahiden burası dünya!

Burası masal ülkesi! Gökten bir şeyler düşüyor:

Avunmak, bir gülücüğün arkasına saklanmak, yüzünü saklamak için ellerine sığınmak, iç sesini duymamak için şarkılar mırıldanmak.

Burası çok fazla ağlamak.

Nar Ağacı Güzellemesi

İçimdeki acıyı tanıyorum. Uzun yıllardır içime çöreklenmiş olan o büyük acıyı. Kirpiklerimin enstrümanımın telleri gibi titreştiği o büyü...