13 Mayıs 2025 Salı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

“Annesi Erken Ölen Çocuklar İçin”

Rüzgara koyu renk bir elbiseyle çıkmış ağacın, dallarında küçük tomurcuklarının kendini göstermekten çekindiği, eteklerinde çiçeklerin toplaşıp fısıldaştığı ve otların yeşilliklerini yeni yeni topraktan çıkarttığı zamanlar; toprağın suyla buluşmasının doğurganlığında çamurun hikayesi, bir köyün hikayesi, evlerin bacalarından büyük meselelerin tüttüğü bir şehrin penceresinde düşüncelerini sarkıtıyor gibiydi. Köyüne ilk kez geliyordu, hayatı boyunca bir çok yere gitmiş ama kırk yaşına geldiğinde, “artık köyüme de gitmeliyim” demişti. Eski adıyla “Macara” olan köyü, tepelerde hayal edebilirsiniz ama çukurun tam ortasında, dere yatağının yanında, elli hanesi olan, yeryüzünün avuç içi kadar olan bir yere gelmişti. Macaranın yeni adı Alınyaylaydı. İsmini nereden aldığının bir hikayesi var mıydı acaba? Kırk yıl sonunda işe güce biraz ara vermişken gelmek nasip oluyordu. İnsan bu hayatta ne çok şeyi birden erteliyordu.

Köyün girişinde, dereyi takip edip ilerlediğinizde, bir çeşme karşılıyordu sizi. Dağdan gelen buz gibi suyuyla bir hayrat, Serdaroğlu isimli. Kocaman bir çınar ağacının altında, su sesinde doğaya bakarken gözleri dolmuştu Bahar’ın. İneklerin gelişinin, çıngırakların çalışından belli olduğunu henüz hafızasına kazımamıştı. Ama sıra sıra tepelerden aşağılara inen ses gittikçe yaklaşıyordu ve suyun sesine karışıyordu. Sinek vızıltısı ile elini kulağına götürdü. Kısık gözlerle şöyle bir etrafı süzdü ve sudan aldığı avuç dolusu hasret ile ellerini ovuşturdu. Derin nefes alıp az yokuş çıktı ve köy meydanına gelmeden kerpiçten bir evi gördü. Belli ki içinde kimse oturmuyordu ama camların çerçevesine sallanan perdesine bakıp iç geçirdi, “kim bilir ne hayatlar yaşanmıştı bu evde” diye düşünüp biraz da dinlendi. Nefes nefese kalmıştı. Havanın temizliği karşısında, kalbi heyecanlanmışçasına hızla atıyordu. Doğanın o büyüleyici atmosferini alıp gözlerinin içine yerleştirmişler gibi bir his geldi. Rüyada gibiydi. Ya da bir kartpostalın içinde gibi…
Patikanın izinde yürümeye devam etti. Kuyrukları yeşil, gagaları kırmızı kazlar gördü. Kazların yanına durduğu ağacın köküne baktı, uzun uzun. Ne de derin bir sohbeti vardı toprak ve havayla. Ağacın köklerinden sızan muhabbet, öyle gölgelikli bir selama durmuştu ki. Durdu orada, çitlere yaslana yaslana. Ev ile ağacın sarmaş dolaş olmasına hayret etti.

Tahtalardan yapılmış bahçe kapılarının tellerle çitlere tutturulmasına, açan gelinciklere, uzayan patikaya baktı. Esen rüzgarın sessizlikte nasıl da yüzünü yaladığını dinledi uzun uzun. Uzakta öten horozu duydu. Gözünden yaş geldi. Dağları dinledi, uzanan sıradağları. Çıplak sessizliğini gördü dağların. Yine çıngırak sesleri yaklaşmaktaydı. Önce anlamadı, sonra kızıl danaların tıngır mıngır sallanarak gelişlerine hayran hayran baktı, bir masala bakar gibi, bir ninniye kulak kesilir gibi: “ ama bunlar çok güzeller, üstelik çocukluğumda ananemle dedemin dana doğdu diye mutlu oldukları danalara çok benziyorlar”; dedesi artık hayatta değildi. Dedesiyle gelememişti buralara. Ama danalara bakarak, onların kuyruklarını salına salına gelişlerini izlerken dedesinin muhabbetiyle sarıldı anılara. “nur topu danalar” dedi sessizce. Gülümsedi, dolan gözlerini elinin ayasıyla sildi.

Köyün meydanına doğru ilerledi. Kıvrımlı yollarda tezek kokuları, inek böğürtüleri, yaprak hışırtıları, akan su sesi, tavuk gıdaklaması birbirine karışıyordu. Yavaş yavaş meydan göründü, araba önden gelmişti. O köyün girişinde inip, toprağına ayak basmanın hissini yaşamak istediğini söylemişti kuzenine. Alınyayla yazan tabelanın önünde “özgür kız” pozu vermişti. Hani şu elleri havada.

Meydan kalabalıktı, büyük şehirde küçük evlerine kapanıp muhabbete hasret kalan aynı köyün eşrafı işte burada bir aradaydı. Çeşme başındaki, çember oluşturmuş banklarda, oturmuş sohbet ediyorlardı. Kuzeni arabasını köy meydanında park etmişti, demek ki ev bu tarafta diye düşündü. Ne tuhaftır ki hiç yabancılık çekmiyor, nerede kalacağının kaygısını gütmüyordu. Amcaları, teyzeleri vardı. Herkesi tanıyordu, her gün bir yerde kalsa tatili biterdi. Gülümsedi. Selam verdi ve aslında çok tanıdık ama sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanla karşılamaları izledi. Ve tezek kokuları eşliğinde, ertesi gün yeni bir tura devam etmek üzere evin yolunu tuttu. Amcası çok güzel karşıladı, bayram havasında. Halbuki birkaç gün önce şehirde görüşmüşlerdi. Gülesi geldi, yine o his geldi bahara: “ ne tuhaf bu heyecanlar” dedi amcasına sarılırken. Demek ki, insan köyüne gelince yeni bir zaman tüneli açılıyor da oraya giriyorsun. Bu zaman tünelinde anne babasının doğduğu topraklarda olduğu için çok huzurlu hissediyordu. Hiç tanıyamadığı annesinin kucağında bir sıcaklıkta gibiydi. O gece huzur içinde uyudu, soba çıtırtıları eşliğinde.

Boşluğa bağırıyordu, çığrından çıkmış uzun koridorlara doğru sesinin hızla gidişini izliyordu. Beyaz ve sonsuz yollara bağırıyordu. Olmasını istediği düzenin, hiçbir zaman olmayışına bağırıyormuş gibi, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Duygularıyla ve bedeniyle dans eder gibi, köy meydanındaki çeşmenin önünde suya ellerini daldırırken buldu kendini. Bedeninde çokça ağrı ve ruhunda çokça ilhamla…

Şimdi kaçıncı kez öğreniyor olacaktı “sensizlik” kelimesinin “annesizlik” kelimesine köprü kurduğunu; Kaçıncı kez yudumlayacaktı, eski fotoğraflardaki annesinin kucağında oturduğu fotoğrafı. Çocukken sarı saçlarına bağladıkları kederin kaçıncı kez matemini tutacaktı… Her anneler gününde “çokta önemli değil, bu sadece bir gün. Ben pek sevmem. Bazen annesi olanda annesizdir” diyerek zibilyon tane anne çocuk fotoğrafını paylaştıklarında kaçıncı kez “evetbuçoknormalevetbuçoknormalevetbuçoknormal” diyecekti? Annesizliğin yanına iliştirilen, bedeninin anneliği tatmamasına kaç defa daha şahitlik edecekti.. Demagoji yapmamak adına kaç defa daha susacaktı? Sustukça rüyalarında hortlayanlara kaç defa daha bakacaktı, halıdaki desenlere bakarcasına.. Dalıp gidecekti… Dalıp dalıp sonra çıkacaktı olduğu yerden. Pazara gidecekti, markete gidecekti, yürüyüşe, müziğe, yazıya, yalnızlığa, son vakitlerin en modası olan kendi “içsel anneliğine”… Su sesiyle uyandı, ellerine baktı. Çeşme başında suya dokunan elleri rüyadan ıslak gelmiş gibi bir hisle ellerini yokladı, kuruydu. Sesinin çıkıp çıkmadığını yoklarcasına boğazını temizledi. Amcası dışarıda bahçeyi suluyordu. Yengesi annesinin en yakın arkadaşı olduğundan ona ismiyle hitap etmeyi tercih ediyordu. Bazen Kiraz teyze dese de, yanaklarının kiraz gibi oluşundan Kiraz tanesi demeyi tercih ediyordu. Annesinin kente taşındıklarındaki kapı komşusuydu Kiraz. Ve Bahar’a arkadaşının maharetlerinden bahsetmekten çok hoşlanıyordu. Kah gözleri doluyor, kah tebessüm ediyordu. Bir masal kahramanı gibi anlatıyordu arkadaşını. Sanki masalı bitmiş de oyundan çekilmiş gibi bir hisle. Bahar da annesini tüm masalların kraliçesini, en iyi annesini, vasalisasını, pamuk prensesini dinler gibi dinliyordu.

Annesinin dört yaşlarına kadar bu köyde kök saldığını ve sonra kente göç ettiklerini duymuştu. Köye geldiğinde ise dört yaşından yirmibir yaşına kadar olan yaşam sürecindeki hikayesinin boşluklarını doldurmaya niyet etmişti. Geceki rüyası aklına geldi. Boşluğa bağırıyordu. Uzun derin sonsuz boşluğa. Dağların tepesinde dans eden bulutlara baktı, duyguların da insanın içinde böyle gelip geçtiğini, bazen kararıp bazen güneş açtığını gözlemliyordu. Hem burada hem rüyasındaydı; kabuk bağlamış yaranın içindeki o geçmeyen his, boğazına dayanan boğulma hissi, çabucak gelip yerleşiyordu köşesine... İşte o yüzden çıkıp köyde bir tur atmak istedi. Elli hanenin her kapısı İstanbuldaki mahallelerinden daha tanıdıktı. Kiraz’ı dalında amcasıyla bırakıp evden getirdiği siyah ve üzerinde kırmızı çiçeklerin olduğu lastiklerini giydi ve patikayı takip etti. Kaybolma riskinin sıfır olduğu yüzölçümü minik ve fakat manevi değeri ölçülmez köy sokaklarında sesler eşliğinde yürüdü. Evleri inceledi, sobalardan çıkan duman kokusunu içine çekti. Yazın sıcağında soba yanmasının nedeni sonradan öğrenecekti. Kaldırımsız yol kenarlarında inceden akan su yolunun serüvenini daha sonraları dinleyecekti ve hatta su sıkıntısının bir tek türk filmlerinde olmadığını o vakit daha net kavrayacaktı. Ne yani, şimdi o filmlerde gördüğü “su savaşları” bu köydede mi vardı? Komik bulacak ve gülecekti ama toprağın insanın içine işlediğinin belgesini hissedebilir ama ispatlayamazdı. Kökler denen kavramın gerçekten büyük ve derin bir kavram olduğunu anlayacaktı. Büyük ve derin bir gerçeği anladığı gibi, hayatı boyunca. Yine gelip rüyası girmişti araya. “Sensizlik” diye mırıldandı.

Sensizlik kelimesi, bireysel yolculuğunda, travmalarının, anne karnında kalma isteklerinin, öfkelerinin, tırnaklarıyla bugüne kazıya kazıya geldiği ömrüne şahitlik ediyordu. Öğrendikçe kabuğunun, bitmek tükenmek bilmez arzularının , doyma ihtiyacının gücünü -tam şurada- göğüs kafesinin içinde hissediyordu. Elini bedenine koydu “ben buradayım” dedi. Yaşı ilerledikçe, ömrü boyunca tuttuğu o yasının, yaşama arzusuna dönüştüğüne şahitlik ediyordu. Yaş aldıkça yasının bir sis bulutu gibi dağıldığını ve içinin berraklaştığını hissediyordu. Ve dönüştükçe güzelleşen, serpilen büyüyen duygularının “ohh iyiymiş böyle ya!” dediği bir keyif kahvesiyle kendini güvende ve burada hissediyordu. Burada. Tam düşünceler içinde boğuşurken karşı yoldan birinin geldiğini gördü, elinde kızılcık sopası, ayağında dizine kadar uzanan sarı inşaat çizmeleri ve karelerinin rengi solmuş yeşilin griye çaldığı gömleğiyle annesinin köyde yaşayan dayısını gördü. İlk defa karşılaşıyorlardı ama fotoğrafından tanımıştı. Yaver dayısına “dayııı” diye koşarken dayısının kendisini ilk defa gördüğünü biliyordu. Biraz meczup bir hali olduğunu bildiğinden Bahar’ın heyecanını dizginlediği farkedilebilirdi. Akşam saati yaklaştığından dayısı inekleri ahıra sokmaya çalışıyordu. Kızılcık sopası o yüzden elindeydi ve “oyyy yeğenim” dedi. Sarıldılar ve fakat tezet kokusunu parfüm niyetine kullanmış gibiydi dayısı ve Bahar için bu biraz fazlaydı. Olsun köye gelmeden evvel dayısı “kara gözlü yeğenim” diye sevdiği mavi gözlü baharı ilk kez dünya gözüyle görmüştü. Üstelik de annesinden bir hatıra gibi. Sonra yoluna devam etti çünkü köy meydanında iş asla beklemezdi.

Bahar öyle sakin ve sessizlik içinde yolu ve getirdiklerini izliyordu ki, o sırada gözüne bahçede adeta bir masaldan düşmüş de köye gelmiş biri gözüne ilişti. Şazimet ablası yeşilliklerin ortasında şapkası, ısırgan otları ellerini yakmasın diye taktığı sarı eldivenleri ve yanında koca bir leğenle bahçede oturuyordu. “heyyy selam prenses ablam” dedi uzaktan, sanki geçen hafta aynı şehrin sokaklarında yürümemiş, nefes almamış da birbirlerini uzun yıllardır görmemiş gibi bir sevinçle kucaklaştılar. Evini derlemiş toparlamış, bahçesinde ot temizliği yapmaya çıkmıştı. Biraz muhabbet ettikten sonra yola revan oldu. Az gitti uz gitti, siz deyin bir karış ben diyeyim parsel parsel gitti. Vardığında gün batmak üzereydi, buranın hikayesini de daha sonradan öğrenecekti. Sahiden de daha sonradan ne çok şey öğrenmişti. Ermizanın kıranı dedikleri yer adeta bir sahilde banka oturup denizi izlemek gibi, yüzünü dağlara dönüp gökyüzünü izlemek gibi geniş bir ferahlık içeriyordu. Ermizanın kıranı. Nereye gidiyorsun? Ermiza’nın Kıranına.

Düşündü, yaşadıklarından mı öğreniyordu insan yoksa öğrendiklerinden mi yaşıyordu?
Düşündü, yola çıkarken vardığı yer mi önemliydi yoksa anlamlandırdığı duygularının ferahlığı mı?
Düşündü, bu topraklar atalarının topraklarıyken bunca yıldır şehirde neyi arıyordu?
Düşündü, bağırsa şimdi karşıki dağlardan sesi kendisine geri gelir miydi ki?
Gülümsedi ve köye geldiği ilk gün gördüğü rüyanın tesiriyle gözlerini kapadı:

Annesi iyi ki doğurmuştu onu. İyi ki bırakmıştı bir cemre gibi yeryüzüne. İyi ki dünya denen zibilyon tane teorinin geliştiği yerde “kendi gücünü bulmada özgürleşme” yoluna girmeye mecbur bırakmıştı onu. Hala kendiyle cebelleşiyordu, kırk yaşının keyfinin sürüyordu ve hala yaşam yolunda köklenmek için uğraşıyordu. Bugün burada köyündeydi, toprağında, özünde. Adeta anne rahmindeydi. Ve kalbinde bir acı hissetti. Bankta ellerini iki yana koydu. Rüyasında bağırır gibi boşluğa bıraktı sesini. Önce çekindi, köyün meydanı uzakta kalmıştı ama sesi duyulsun istemezdi. Durdu, baktı ve boşluğa bıraktı sesini. Bir müddet sonra, belki o derin acıdan sonra büyük huzur duydu. Bu durumu doğuma benzetti ve gülümsedi. Herkesin kendi serüveninde bambaşka hikayelerinin olduğunu biliyordu. Sanki kara bulutlar bir anda gelmiş, şöyle bir kalbini yoklamış ve sonra yerini güneşli mavi bir göğe bırakmıştı.

“Kara gözlü Bahar” dedi gülümseyerek, gökyüzü kadar mavi olan gözlerinin içi gülümsedi. İnsan bazı yerlere geç kalmış hissedebiliyordu ama belki o insan için zamanı şimdiydi. Köklerinin bulunduğu köyde bir ağaç gibi hür, bir kuş kadar özgür, bir çocuk kadar sevinçli ve bir yetişkin bilinciyle ayakları yere basar halde banktan kalkıp güneşi uğurladı dağların ardına. Uzaktan gelen gecenin tuhaf sesi eşliğinde ayı çıkarsa korkusu sarmıştı zihnini. Gülümsedi, hoplaya zıplaya gecenin karanlığında amcasının evine vardı. Mis gibi lahana çorbası kokuyordu. Kiraz bu işi biliyordu. Tabi annesi olsa eminim daha güzel yapardı, çünkü herkesin kendi annesi en güzelini yapabilirdi.

Yarın başka bir gündü, yeni yerler keşfecekti ve köyde uyku vakti şehirdekinden daha erkendi. Ateşböceklerinin renklerini göremese de sessizliğin sesini duydu iliklerinde ve yazın harlanan sobanın sıcaklığında mışıl mışıl uyudu…

Ve bir rüyasında “Tutunamayanlar” romanın kahramanı olan Selim Işık’ın ölümüyle çocukluğunda düşündüğü bir şeyi gördü. Kahramanlardan Turgut Özben, Selim’in ölümü üzerine şöyle diyordu bir arkadaşına: “Hepimiz yaşlanacağız: saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat Selim hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğraflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep genç kalacak.” “Sen hep yirmibir yaşında olacaksın anne. Ben senin kaç katın daha yaşadığımı parmaklarımla dahi hesap edemeyeceğim.” diyordu. Rüyadaydı.

Uyandı. Hayrolsun dedi kendi kendine. Ve Macara’a sabah güneşi az evvel doğmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı “Annesi Erken Ölen Çocuklar İçin” Rüzgara koyu renk bir elbiseyle çıkmış ağacın, dallar...