22 Aralık 2010 Çarşamba

Biricik neden böyle yapıyordun bilmedim.

Beynimin döndüğü yerdeyim, şak şak şak. Bir sahnenin en ücra köşesinden sesleniyor kalbim, iftiharım, layezalım, şeb-i yeldam. Tükenmeden yaşamak neymiş bildim, hani herkes bir yorum eylerken, ben susmanın güzel ikliminde baş döndürmelerdeyim. Sana karamsarlıkla bakmayan bir istanbul gibiyim artık, ufuğumda hiç aldırış etmeden yürüyen bir ordu. Sonumun sana kesildiği bir bilet ellerimde yanmakta.
Işık artık gözlerimi almamakta. Çünkü bakmıyorum.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Yakalayın Prens Antreka Kaçıyor

Kötü bir gün geçiriyor olabilirdim, üstünüze afiyet biraz gribim. Konumuz prens antrekanın kaçışıyla alakalı. Görenlerin gözlerinin ödüllendirildiği bir "wanted" kampanyası bu.

Birden yeniden istemdışı mutsuzluk

Aslında yakalamayın, bırakın prens kovalandığını sansın. Ellerim kıkırdıyor, çıtır çıtır bir ses duyuluyor ateşte. Kumsalda sigarasını yakıyor bir genç adam, omuzunda bir kadın. Oh biz burda prensi arayalım, sigara tüttüren tüttürene. olmaz ki canım.

Aşkolsun. Aradığım yerde bulamadığım tüm sevdiklerime aşk olsun. Sana da olsun, sana da, sana da. Bir gölet bulup, denizmiş gibi yelkenlerimiz salalım. Kaçalım buralardan. prens burda kalsın.

olmadı biliyorum, zaten ne yapsam olmuyor. Birkaç senedir ne denediysem yanlış oluyor. Sanırım ya aynalar yanlış, ya da hislerimin psikoz bileşimleri bozulmuş. İşlevlerini iyi yapamayan beynime antidepresan versinler de görsün.

Prens yok, prens hiç olmadı. Kandıramazdım ki kendimi daha fazla.

Sabahtan beri "unutulur" diyen banuya, timurun cevabı beynimde yankılanıyor "beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın"

"Ahh"

"Ah bu şarkıların gözü kör olsun"

Rabia Görmüş

4 Aralık 2010 Cumartesi

Yazarlar Nasıl Yazar

SCHİLLER;
Onun yazı masası üzerinde ekşi ya da çürük elma bulunurmuş. Yazar, elmayı sık sık koklamaktan hep hoşlanırmış. Bu koku ona, yağmurdan sonra bir ormanda; otlar, yapraklar arasındaymış duygusunu veririmiş. Böylece içinde bulunduğu ortamın havasından uzaklaşıp bir düş evresine girermiş. Bu tutkusu nedeniyle banyoda su içinde yazdığı da olurmuş.


DİCKENS;
Romanlarını büyük, görkemli bir çalışma odasında kaleme alırmış. Düzgün bir el yazısıyla mavi renkli kağıtlar üzerine, kağıdın rengine yakın tonda bir mürekkep kullanırmış.


ALEKSANDRE DUMAS;
En süsülü giysilerini kuşanıp yakasına da bir çiçek yerleştirdikten sonra otururmuş yazı masasının başına ve hiç ara vermeden çalışırmış. Hatta romanını bitirmeden evden çıkmamak için ayakkabılarını ve çalışma odasının anahtarını hizmetçisine verirmiş.


BALZAC;
Başucunda yanan bir mum olmadan hiçbir şey yazamazmış. Mumunu gündüzleri bile yakarmış. Kahve tiryakiliği ile de tanınan Balzac'ın bir başka özelliği ise; çoğu zaman yazı yazarken başına bir yün atkı sarıp ayaklarını da suya sokması...


BERNARD SHAW;
Evinin bahçesine bir kulube yaptırmış.
Tüm yazılarını burada kaleme almış. Shaw, kendine göre düzenleyip geliştirdiği bir steno yazısı kullanırmış. Sonradan daktilo ile yazmaya başlamış. Ancak silik şeritlerden nefret edermiş. Şerit silikleşince makineyi kaptığı gibi tamirciye götürüp şeritini değiştirirmiş.


EDGAR WALLECE;
Çalışmaya başlamadan önce bir işçi tulumu giyer sonra da kendini hava akımından korumak için çevresini cam paravanalarla çevirttiği büyük masasının başına geçermiş. Bir yandan çok şekerli çay içer bir yandan da mikrofona konuşurmuş. Genellikle gündüzleri uyur geceleri çalışırmış.


HENRY JAMES;
Ayakta yazanlardanmış. Çalışma odasının çeşitli yerlerine yüksek sehpalar yerleştirir;bunların üzerine kağıtlarını dağıtırmış. Düşüne düşüne dolaşır aklına gelen tümceyi en yakınındaki kağıda geçirirmiş. Bu tümceleri de sonradan birbirine monte edermiş.


MARK TWAİN;
O da yatakta yazanlardanmış. Yatağa uzanır, kağıtları dizinin üzerine yerleştirip başlarmış kalem oynatmaya. Yazdıklarını da genellikle yatağın üstüne ya da yere atarmış.


VIRGINIA WOOLF
Kitaplarının çoğunu ayakta yazmış.

//alıntı//

29 Kasım 2010 Pazartesi

Yüzümün Mus'abları

Leyla türkülerine esir düşüp,
özgürlüğüne kavuşan kadınlar gibi
Basit kuramlardan hesaplar yapıp,
yağmur altında sırılsıklam olmaklar
düşlemek loş bir ışıkta tanrım, yâr ellerini.
Olmuyor,
tekleyecek kalbi yeryüzümün.

Gülümsüyor adamlar, o günü hatırlıyorum
kahkahayla doluyor şiir okuduğum odalar
Suçlusunu arayan ırmaklar, peşim sıra çığırtkan
Gözlerinin anlatmadığını, kalbimin derinliklerinde algılayabilmek.

Tanrı suçumu biliyor, ben her seferinde yenilenen bir dilenci
Tutsaklığına gecenin, öylesine acizliğine varlığımın
Yegane temelini yağmalayıp duruyor olmaktayım,
yüzümü asıyorum askılar boşalıyor
eğiğim, şarkılar içimi karşılamayan koşucular.

Dini literatörler , beynimde yankılanan azgın boğa ritimleri,
Akşam eve vardığımdaki karmaşıklık
Aç gezmek, haberleri dinlemek, anlamak istemekle meşgulken
Nasıl oluyor da kalbimin hapşırıklarından irkilebiliyorum.

Leyla diyorum, cesurdu, en azından ateşe suyla giden aşık
Ben deniz kenarında sonsuzluğa bakarken bile
Boğulmaktan korkan bir ürkek.

Bağırmak istiyorum, uhudda musabla olmak ya da
Leyla hu desin. Hu desin. Hu hu.
Ben yorulayım, mus'ab mus'ab mus'ab
...

Rabia Görmüş

Məni Atdin Atəshə

"aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun"

günlerdir düşünmemeye gayret ederek yaşıyorum ve hatta yaşlanmak korkumun neden ileri geldiğini de henüz kavrayabilmiş değilim. Bir çok sebebi olabilir. Kendi katıldığım dünya turnuvasında kendi katilimmişcesine gece sıçrayışlı nöbetlerimin aksamadan devamına ya ne demeli? bilmek istemiyorum. Huzur birazcık huzur. Son umut kapım, zaten benim tek kapımdır da ben çaktırmadan korkuyorum. ya kovulursam, korusun rabbim.amin.

ileri gidiyorum. Az daha gitsem alçalıp yaşayacağım gibi. Solunum yollarımdaki tadilat, soğuklarındandır aşkın. Çöle düşüren de fırtınaya yakalatan da aşk değil midir? Bilmiyorum. Göreceğiz. Bir gün.

En acısıda bir gün herşeyin böyle olacağını baştan beri biliyor olmaktır sanırım.

Baba Mirzayev'de söz: "Məni Atdin Atəshə"

Rabia Görmüş

26 Kasım 2010 Cuma

Güzel Dünya Dedikleri Muamma



Gözyaşı, hislerimin çoğalarak toprağa düşmek istemesinin son hali gibidir.

İşte o yüzden, kibirden, nefretten, kıskançlıktan uzakta bir dünya düşlüyorum. Çünkü hislerim öfkemle birleşip sürekli ölmek istiyor, sürekli ölmek. Ama kalp ritmimin hızlı oluşunun başka bir anlamı olmalı.

Son bir kez bakabilseydim gözlerine. Sanki bunların hiç biri olmayacaktı. Oysa dünya tüm hızıyla dönüyor, nefretli insanlar da dünyayla birlikte dönüyor. Son bir kezi yok sevdanın. Her bakış bir sonrası olsun istiyor. Sona bir kala, son beş dakika isteyen ben değil miydim ki?

"silemezler gönlümden ne aşkını ne seni."

İçimde pembe gözlükleri kırık yavru bir ceylan uyuyor. Şefkatli ellerini almış birisi. Tek birisi. Olsun ama yine de ne diyor ibrahim tenekeci:

"Özlediğim veya heves ettiğim dünya ile içinde bulunduğum dünya arasında,kabul etmek gerekir ki, dünya kadar fark var."



"Ben oyumu felakete veriyorum şeyda"(m.i)

R.G.

25 Kasım 2010 Perşembe

KâĞIDIN KESİĞİ

Önce bir temas duyarsınız, hiç fark ettirmeyen, kuşkulu, anlık bir temas. Bunu giderek yayılan bir sıcaklık izler. Sonra acı. Gitgide artan bir acı…
İnsanın en çok canını yakanlar, hiç beklemedikleridir. Kâğıt kesikleri gibi.
(Sırrı Süreyya Önder)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Huzurun Enjekte Edildiği Damarlar

Eskilerden, "Bu kız beni görmeli" diye bir şarkı mı vardı da dilime dolandı? Gülümsedim, son günlerde içimde kelebekler uçuşurcasına bir sevinç yaşıyorum. Tahminimce psikolojik sorunlarım var. İnsan durup dururken neşelenir mi canım? Üstelikte mutsuzluk katsayısını artıcı onca şey varken etrafında.

Çamur efendim çamur, paçalarına kadar çamur. Dürüst olmalıyım ki kalbimin paçaları ufak bir çocuğun çamura bulanmış elleri kadar temiz. Tertemiz. Ter... ter demişken, alnımın teri, yüreğimin teri... Koşturuyorum efendim, ya da söyleyebildiğim tüm şarkıları sıralamalıyım belki de? "Nerden başlasam nasıl anlatsam kalbim kalbim" Yok hayır, şarkı sözü kültürüm sıfır. Sesimin güzel olduğunu söyleyenler var ama aldırmıyorum. Çünkü sesimden çok uzaktalar. Eskiden beni duyduğunu sandığım çok insandan çok uzakta bir yol halindeyim. Dere tepe düz, dümdüz. Akıl sır ermiyor. Zaten tasavvurum da alacak gibi görünmüyor. Sallıyorum. Ağaçtan elma bile düşmüyor.

Ben mustafayı tanıdığımda henüz çok gençtim. O kim ki? Şimdi hatırlayamıyorum. Ama nankörde değilim, yaşadıklarımı hiç unutmuyorum. Hayır, sevgilim değil, hiç olmadı da. Toplumsal yanılgılarımızla dopdolu algısal travma yaşıyoruz. beynimize verdiğimiz sinyaller hep aşk üzerine; kadın erkek eşitliği bile umrumuzda olmuyor. Ahmetle ayşe dediğimizde hele ki dostlukları hiç hoş karşılanmıyor. Kaçıncı yüzyıldayız canım? Hiç ateşle barut yanyana. cık cık, estağfirullah.. Saygımız azaldı bizim inançlarımızla birlikte. Alınmayın efendim, sözüm meclis kapsamında değildir. Velhasılı mustafada benim yavuklum değildir. eski bir dost diyelim. Tanımazsınız.

Şimdi, asıl bahsetmek istediğim konulardan saparak mevzuya girmek istiyorum. Ki biri bulunduğum ortamda bir şarkı mırıldanıyor, peşinden giden zihnim cümlelerimin yerlerini şaşırıyor. Dolasıyla mevzumuza giremiyorum. Neydi bu şarkı? Neydi. Neydi. ıı şey... hay aksi: "aklım başımda değil"

inşirah / şerh. "ve yüzünü yalnızca rabbine dön. o seni terketmedi" Bunaldığımda sıkıştığını zannettiğim damarlarıma enjekte edilen sure. Allahım, bana seni tanıttığın için çok şanslıyım. Hamdolsun.

Ama nefs devreye girip şeytanımla beraber iş birliğinde. ömrümün sonuna dek. Yine de:

Göğsümün sıkışmasına müsaade etmiyorum. Gerekirse bir antlaşma imzalayabiliriz. Bilemiyorum. Duruma göre sokak adlarını bile değiştirebiliriz. Ben o sokaktan bir daha geçmeyeceğim. Ayaklarımı sana döndür rabbim. Gerisi lazım değil. Zaten "bana seni gerek seni..."

"Dünya bir gündür, o gün bugündür" diye bir şarkı vardı. Bileniniz vardır, ben çok eğlenirdim. Ama artık olgunluk yaşıma geldiğim için midir bilemiyorum, ataksal bir durum kapsamında çok eğlendiğim söylenemez. Ertesi gün ne olacağını bilmediğimiz bir dünyadayız çün. ki kalbimin ritmi değişiyor. Düştüğümde damarlarım çok ağrıyor. Darbe sert. Allah muhafaza.

Her şeye bir çizgi çekip yeniden:

Kırlar demiştim. Çimenlere basarak yürüdüğümüz çağlayan meydanındaki mitinge gittiğim de (ömründeki ilk ve belki de sağlam kafayla tek mitingim) çimenlerde yürüdüğünü hatırlıyorum mustafanın. sevinç türküleri eşliğinde. Tekrarlamakta yarar var, hayır mustafa aşkım değildir. Mustafa öpreticimdir benim. Koyu bir geceden ilk çıktığım anın bekçisi. Ne vakit karanlığa geri dönsem kapıda o var sanıyorum. Oysa onu da orada var eden yok değil mi? Düşünüyorum: "Karanlık bir gecede kapkara bir karınca sessizce yürüyünce onu kim duyabilir?" şarkımızı mırıldanıyorum. Ömer abi söylüyor.

Boşver. Hayatlarımız olduğu yerde kalsın. Yeniden denemeyelim. Çizgi de çekmeyelim. Telefon çalıyor. "git" mi diyor? Hayır, hiç birşey demiyor. Konuyu kaynatıyorum.

Ya da dünyanın, sonu musalla taşına varacak bir hayatın pençesinde kalan bir koşucu olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim.

Doğrusu içinden çıkamadığım mevzulara cümlelerimi katıştırmak zorunda kaldığımdan ötürü, birazcık mahcup ve tabi ki gururlu olduğumdan yazdıklarımı silmeyecek kadar düşünceli biri olarak, kalbimin sahibine buradan bir mesaj yollama gayretini kendimde görüyorum:
"sanki dünya duracak gibiydi, seni ilk sevdiğim andan yaşadığım şu son ana dek bir bulut olup göklerde geziniyor gibiyim. ya yağmur olup toprağa, ya buhar olup güneşe ya da şimşeklerle rüzgara karışacaktım. O güne dek, beni göğsünde taşımak yükünden seni sıyaramayacağımdan endişe duysam da, kaderin kederin olmasına izin vermeden yaşa.

yaşa ki; sevincini görüp sevinebileyim.
yaşa ki; huzurunu hissedip huzura ereyim.
yaşa ki; kalbinin sağlamlığına kalbimle şahitlik edebileyim."


Huzur. Bir gün benimle gezmeye çıktı. Gök masmaviydi. Gülümsedik. O gün bugündü. Ve ben başımı yaslayıp omzuna, uzunca bir müddet dinledim şarkılarımızı.

"yağmur çiseliyordu"

Rabia Görmüş


18 Kasım 2010 Perşembe

Dayan Dizlerim

Dayan dizlerim...

Bayram telaşında dizlerim ağrıyor...
Kalbimin ağırlığını unuttum a h h
kol geziyorsun rüyalarımda
yığılasım geliyor toprağa
tutuyorum nefesimi, olmuyor.

bak şimdi o ezgiler geri çağırıyor bizi
kızıldeniz, ne zaman insan uslanacak
"şahın taçlısını terkettiği gibi" bir his kaplıyor içimi
terkediliyorum, boğuşuyorum boşlukla.
kulağımda ömer'in sesi, fonda benimsediğim mazim.

"tekrar yürüt"
ben sonsuzca satır başı yapayım
yazgımız değişmeyecek, İstanbul o eski ist. an. bul.
beni sana yazmayan duvar yazılarına
kelle paça,işkembe, gözyaşı
ahh bak mihrimah doğruluyor, süleymaniye ağlamayacak
"gel yine geçelim kızıldenizden"
Allah aşkına.

Allah. Tek. Teşrik. Tekbir.

Sevgilinin gölgesi miydi sevgisine sarılmadığım dünya mı uzak olan?
Beni kıblemden alıkoyan herşeyi önümden çek rabbim.
Rabbim sen sev, yoksa düşer dizlerimikaybederim.
Ruhumu senden alıkoyan her şeyden uzak et.
yoksa, dediğim gibi, sen daha iyi bilirsin.

Herkes dua ediyor. "ev"lenmek. bilirsin,
benim içim "aşk"sızken yetimdir

evet işte bu:
"benim içim aşksızken yetimdir."

sussam. kalbim ağıracak.

back.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Sağlık olsun, BOŞVER

Sağlık olsun, boşver.

Ama kalbime hükmedemiyor ki sözleriniz. Sabah sevdiğim bir insanın doğum gününü anımsayarak uyanıp, Sacit Onan'ı kaybetmişiz haberini alarak güne başlamaktan ziyade; şiir okumak isterken işe hazırlanmak zorunda kaldığımdan belki mutsuzlaşıyorum.
Ama kalbime söz dinletemiyor ki tebessümleriniz. Bir annenin şefkatle çocuğuna bakışını ve göğsüne minicik başını yaslayan bebeğin annesine ne de muhtaç olduğunu izlerken hüzünleniyorum. Göğsümde bir bebeğin uyumasına, o hiç tatmadığım duyguyu tatmaya ne de istekle tutkuyla bağlıyım. tanrı, neyi yaşayacağımızı, yaşamamız gerektiğini bizden daha iyi bilir, amenna. yine de nefsim kudurganlığından yana kullanıyor tüm haklarını. bu da beni bezginleştiriyor.

Kıyama duruyorken ayak parmaklarımdan başlayan bir sızı. uyuşmaya ayaklarımdan mı başladım yoksa? kalbimi dinliyorum "allahuekber" eşliğindeki dilimle birlikte. ah ruhumu bir teslim edebilsem, rabbime. yo hayır! ölmek değil "teslimiyet" çok büyük hikmetler eşliğinde geliyor giriyor fikrime. Dün bir hadisi şerif okumuştum: "Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir." hala neyin kaygısını taşıyabilirim ki? ne hakla?

Dur bi dur! Param var, çünkü çalışıyorum, rızkı veren rabbime şükürler olsun. Bir yenilik belki de eskiden beri yapmam gereken birşeyi yenilik olarak sıkıştırıyorum hayatımın içine. bir yenilik yaptım paramla: almam gerekenleri küçük esnaftan alıyorum bir kaç zamandır. Çünkü marketler çıkalı kasiyerlerin mutsuz yüzünden başka birebir eşyayla arama giren olmuyor. bu da canımı feci sıkıyor. Diyeceksiniz, senin yenimi aklın başına geldi. Yooo gelmedi, gelseydi kredi kartım yerine banka kartımı kullanmazdım. Hatta nakit alışverişlerimin daha bereketli olduğunu da söyleyebilirdim. Neyse kayda değer meseleler değil bunlar. Geçelim.

Konuşmama, yazışmama, içsel savaşıma son vermek isterken birşeyi atladığımı farkettim: "siz hiç, hiç tanımadığınız biri tarafından, hiç tanıyamadığınız annenize benzetildiniz mi?" ben benzetildim. Otuz küsür sene sonra hem de. Bugün. Gözlerim dolarak baktım annemin arkadaşına.

"Ömür" dedim, hem çok uzun hem çok kısa. İyi değerlendirilmeli.

"Kim iyi iş yaparsa faydası kendinedir, kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. (Câsiye Suresi 15)"


Rabia Görmüş

AŞKIN DAYANILMAZ ÇAĞRISI / NEŞE YAŞIN

Acı insanın bir başka insana reva gördüğü. İrkiltici olan ise seni onca seven, üzerine titreyen, parmağını incitsen canı yanan birinin birgün sana en büyük acıları verebilmesi.
Ne kadar acıttığını
bilsek de dayanılmazdır aşkın çağrısı.
Her seferinde kandırır bizi

İnsan kendini başkalarında seyreder. Başkalarının bakışlarında, sözlerinde, mimiklerinde...
Sözler yalan söyleyebilir ama karşımızdakinin gözlerinden bize doğru gelen o özel akışta ne kadar gizlenmeye çalışılsa da sevildiğimizi ya da sevilmediğimizi ele veren işaretler görürüz.
Başkalarının gözlerinde yanan ışıklar bu dünyadaki varoluşumuz için bir kutlama şöleni gibidir. Her yeni ışıkla içimiz daha bir şenlenir.
Bir kadının hayatının önemli bir bölümünde kendini erkeklerde seyrettiğini söyleyebiliriz. 50’li yaşlara gelmiş kadın arkadaşlarımdan sıklıkla işittiğim bir yakınma cümlesi var: “Artık erkekler eskisi gibi bakmıyor. Eskiden sokakta yürürken hayranlıkla izleyen gözler olurdu.”
Kadınların erkeklerin bakışlarına dair böyle özel bir bilgisi vardır. Bir sevgilinin senden vaz geçtiğini dillendirmesi gerekmez. Gözlerinde sönen ışık, bütün sözlerden daha acıtıcıdır. Bazen de bir erkeğin gözlerinin önünde bir duvar belirir. Bakarken görmüyordur. Çoğunlukla bir başkasının, yeni bir kadının hayalidir o duvarı oluşturan. Bazen adamı tanıyamazsın. Sanki seni ölesiye seven kişi gitmiş ve yerine başka biri gelmiştir.
Yalnızlık ürkütücüdür ve ihtiyaç bütün çıplaklığıyla oradadır: Beğenilme, sevilme, onay görme, ekonomik ve duygusal güvenlik ihtiyacı.
Bunun için çırpınır durur, bunu yitirince dengemizi kaybederiz.
Zaman zaman hayatın bize sunduğu huzurun geçici olduğunun bilgisi de kayıtlıdır kafamızın bir yerinde. Ekonomik ve duygusal güvenliğe sahip olsak da bunun her an elimizden kayabileceğini biliriz.
Aile kurumu ve buna ilişkin yasalar böylesi durumlardan kaynaklanan bazı mağduriyetleri denetim altına almaya hizmet eder. Devletle yapılan bir sözleşme sayesinde tarafların bazı hakları korunur. Çiftlerden biri öyle elini kolunu sallayarak çıkıp gidemez. Devlet duygulardan filan anlamaz. Onun için önemli olan kayıtlardır.
Aile, iki kişinin devlete ve çevreye birliktelikleri konusunda yaptıkları bir deklerasyondur ve onlara denetçi rolü verilmiştir.
Gerçek aşk dedikleri, iki kişinin fiziksel varlıklarından çok birbirlerini sevgili birer ruh olarak algıladığı durumlar da vardır kuşkusuz. Kurulan daha farklı dengeler, mutluluk armonileri de bulunabilir. Hatta çok uzun süreli olanları bile. Ama çoğu kez karşılıklı bir bağımlılık ve güvenlik alanıdır ilişkileri sürekli kılan. Bir çeşit huzur dengesi belki… Bağ oluşturan; çocuk, ortak ekonomik birim gibi dışsal etkenler mevcut olabilir.
Pek çok evlilik ise ortak çatı altında çoğul yalnızlıklara dönüşür zamanla. Huzur dengesi dışarıdan büyük bir kışkırtıcılıkla gelen aşkın çağrısı ile bozulabilir. Ama denge o kadar elzemdir ki bazen aşk çağrısı geçici bir kriz olarak yaşanıp atlatılabilir.
Ya da atlatılmaz ve taraflardan biri atına atlayıp aşka gider dörtnala.
Anımsıyorum, sabahın köründe kapım çalınmıştı. Bir kadın arkadaşım kıpkırmızı gözlerle karşımda duruyordu. Elinde içi kağıtlarla dolu kocaman bir klasör... Sendeleyerek içeriye girmiş, elindekini masanın üzerine bırakıp bana sarılarak ağlamaya başlamıştı. Bir kadın arkadaşın sabahın köründe evine gelmişse bu büyük olasılıkla bir aşk kırgınlığı ile ilgidir ama bu klasör de ne ola?
Sonunda klasör açıldı. İçi elektronik posta mesajları ile doluydu. Kocasının ‘delete’ tuşuna basıp bilgisayar çöp sepetine gönderdiği mesajlar önüne gelmiş. Ama ne mesajlar! Değişik dönemlerde değişik kadınlara yazılmış. Aşk meşk arayan bir adamın dayanılmaz itirafları.
Boşanma zaten gündemdeydi ama başa inip sersemleten klasör sayesinde daha da hızlandı.
Ben her aşamada teselli eden arkadaş olarak sayısız iç karartıcı duruma tanıklık ettim. Şu boşanma halleri bana katlanılmaz gelir zaten. Ah vah gözyaşları bitince iş şirket bozmaya dönüşüyor. Boşanma avukatları finans uzmanları gibi.
Duyguları sorarsanız onlar da acı çekip hırpalandıkça dönüşüm geçirirler. Bir zamanlar birbirlerini deli gibi sevdiklerini söyleyenler sonradan nefret eder olurlar. Bu filmleri çok gördük.
Sonuçta bunca acı insanın bir başka insana reva gördüğü. İrkiltici olan ise seni onca seven, üzerine titreyen, parmağını incitsen canı yanan birinin birgün sana en büyük acıları verebilmesi. Ne kadar acıttığını bilsek de dayanılmazdır aşkın çağrısı. Her seferinde kandırır bizi.

11 Kasım 2010 Perşembe

Sarhoşluk

Gemileri nereye götürüyorduk ki, nereye kaçıyorduk, meselemiz neydi?
Uykumuzda biriktirdiğimiz rüyalardan yapılmış kahvaltılar sonrası
Bir morg sefası düşünecek değildik, yüzümüzü yıkayacaktık örneğin
Öncesiz, kapı aralıklarında bekleyecektik, çocuklardan utanmadan
Üstelik güvertesiz bir gemide düşünemezken, bıkmadan salınacaktık
Her dalgada, her fırtınada, her sarhoş olduğumuzda.
Dünya sallanacaktı, biz sallanacaktık, anılarımız örneğin
Duvarda asılı duran her şey gibi, farkında olmayacaktık az sonra sevinçlerimizin

Bu da çok konuşulacak gibi

Ben bir sigara içeceğim, sen gireceksin aramıza
Zaman farkıyla kazanılan yarışlar ortasında
Ben bir at olacağım örneğin, sonsuz bir saygıyla
Seveceğim sonsuz bir arzuyla, sonra intikam gibi
Sonra ilk bahar gibi, sonra bir nefes ötemizde duran
Kül tablamızdan anlaşılacak her şey
Yazılmış bir romanı oynar gibi örneğin
Bıkmadan deneyeceğiz aynı rolü, usumuz hep yeniden
Denenmemiş gibi, koşacak dörtnala
Ta ki kazanana, ta ki sonsuza, ta ki tamamlanana dek
Şu çılgınlık vurulduğunda kırmızıya
Eklenecek ne çok ünlem olacak aramızda

-hepbeklerkenhiçbirşeyimizyokkenyadaolduvarsaymışkenbedenimdeve ruhumdakarmaşıkbir İLKbahar,örneğin.-

9 Kasım 2010 Salı

8 Kasım 2010 Pazartesi

Aklımı Çeliyor Beyaz

Aklımı çeliyor beyaz, buz tutuyorum
acı göğeriyor, sonsuz kederli
Boşalıyor zaman, renkler cümbüşü
Bir dizgi yerle bir, bir senaryo yarım
Kimse bilmiyor hangi çağdanım
Bakıyorum kalbi atıyor, kalbi tek tük
Gürültülü,
Hızla kaçıyor tren, durduramıyorum.
Kimse bilmiyor, bağdaş kurmuş o kepaze
O kendini bilmez şehir kalabalığı
O hırçın bağdaş kurmuş, garda bekliyor
Belki zamanı, evet tam zamanı, evet
Homurdanıyor
Ben kurguluyorum, o oynuyor
Çoğu vaktimi garlara adamışım,
O çınar ve bir de bu kepaze biliyor

Oysa yırtık, oysa üzeri delikdeşik
Oysa salkımsaçak, çokça yontulmuş
Küçücük bir kalıntı arıyorum
Aklımı çeliyor beyaz, karanlığı bekliyorum

Her şey fosilleşmiş,
Tüm geçmiş,
O yutkunamadığım
Ve ortalıkta göremiyorum
Kepaze gitmiş.

Rabia Görmüş

Bir Delinin Güncesi 1

Tane tane sevdiğim şehirden iki güzel geçti. Dün fatihin vatan caddesinde çiçeklerle birlikte yanımda bir güzel, öbür güzele gider iken içimin ne kadar da huzurlu olduğunu gördüm. oysa ki eskiye yönelik iyi anılarımın olmadığı yerlerdi oralar belki de. belki de özlemini çok fazla çektiklerimle aşındırdığım evlerim... Cadde araba kalabalığından geçilmezken içim yığınla hasretten geçilmez ilerliyorduk. ve fatihe ilerlerken havanın güneşli, içimin bulutlu olması eşliğinde şarkılar mırıldanıyorduk "gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın"

Sahi, söylemedim değil mi? Gözlerini özlediğim bir insanımın olması pek alakadar edici bir durum olmadığından olabilir mi ki? Sabahın erken saatlerinde, şehrin bir ucundan kalkıp diğer ucuna yolculukları sevmemin en büyük sebebini de o kişiye bağlılığımdandır. Bunun farkında olmanıza da gerek yok üstelik.

Tıkanıyorum.

Sevdiğinizin uğruna her şey yapabileceğiniz, uğruna gecenin karanlığında mum ışıklarıyla ince nakışlarla motifler işlediğiniz kumaşınızın üzerine çay döküp, vişne lekesi sürseler ve sonrada makaslarıyla bir güzel o kumaşı dilimleseler tepkiniz ne olurdu? Benim susmak oluyor. Bolca susup, bolca ağlamak. Kader diyorum bunun adına ve işime dönüyorum. Ben hep dönüyorum zaten, çokça bencil. Çokça sevgili. Çokça kusurlu mavi rüya olarak.

Rüya demişken...

Yusufun üç rüyasını dinlediğimde, hakikatin tüm rüyaların içinde hikmetle bağrıştığını gördüm kendi hayatımda. Çizgilerime baktım, yüzümü yaşlı gösteren ama beni olgunluk güzelliğine daha da eriştirecek olan çizgilerime... Henüz çok fazla değil. En azından yakup gibi bir derdin sahibi ya da mahko gibi bir davanın sahibi ya da babaydar gibi(şu sıralar iskender pala'nın şah sultan'ını okuyorum da) yanında bulundurduğu varlığını bir başkasına teslim eden bilge gibi olamasam da, şairin dediğine kulak kesiliyorum "yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var"

Çok şey var...

Gece üçte insanın açlığı depreşir mi? Benimki evet. Yoğun bir sancıyla uyuyup huzurla uyandığımda içimde birşeylerin guruldadığını hissediyorum. Bir parça ekmek versem susacak sanırım. Ama gönül öyle mi? Hangi şey gönül gurulmasına iyi gelebilir?

"SAKIN, Allah'ı zalimlerin edip-eylediği şeylerden habersiz sanma; O sadece, onlara, gözlerin dehşetle bakakalacağı Gün'e kadar zaman tanımaktadır. (ibrahim suresi 42)"

"Ancak, bundan sonra tevbe edip yola gelenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. (Ali İmran 89)"



Tüm yaşanmışlıkların perde arkasındaki tefekkürsüzlüğümü hangi ekmek parçası susturabilir ki? Elbette susuzluğumu giderenin varettiği...

Acıyı ve ardından huzuru getirene binlerce teşekkür. Hamd ve Sena...

Sonsuz güzel bir güne başlarken, kelimelerimin yetmeyeceğini bilerek sesleniyorum her bir zerreye:

"kalbime sorsanız söyleyecek çok sözü vardır elbette."



Rabia Görmüş

6 Kasım 2010 Cumartesi

Vahiy Köprüsü

Gece geç saatlere kadar uyumamıştım ya da dokunamamıştı uyku gözlerime, öylesine mahmurdum. “Sen öğrettin bana ağlamayı” diyordu radyoda bir ses. Ben de ağlayabilseydim keşke, keşke yuvarlanmasaydım içimin boşluklarında da ağlayabilseydim. İçimde derin bir sızı vardı, hançeri sürekli kalbime batırıyorlarmış gibi, yontuluyormuş gibi, hayat ellerimden kayıp gidiyormuş gibi. Yeniden dirilmeyi bekleyen kanserli bir hasta gibiydim. Olanca umudu yanıma alıp pencereye koştum. Yıldızlar henüz gökyüzünü terk etmeye hazırlanan yolcu gibi durmasalar da, seher vaktine az kalmıştı.

“Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir).( Âl-i İmrân 17 )”

Rüzgarın ılık tenime değdiğine şahitlik ediyordum. Yüzüm ışıyordu gitgide. “Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. ( Âl-i İmrân 117 )”
Gün ışıtırken etrafı, gece terk ederken belli bir vakte kadar evleri, sokakları, kentleri ve insanları, seherin onulmaz güzelliğiyle baş başayken, o kadar ıssızca sokuluyordu ki içime sancı, korkuyordum. Vahiyle inşa olunmuş bir hayatı düşlerken, iliklerime kadar endişe duyuyordum. Tüm günahlar üzerimde bir senaryo gibi yükseliyordu. Hiçbir günahın kadrosunda yer almak istemiyorken, korkuyor olmaktan daha ziyade gelişigüzel yaşamaktan endişe duyarak bakıyorum gökyüzüne. Bulutlar birbiriyle yarışıyor, kuşlar yeni uyanan güne merhaba der gibi gelip geçiyorlardı gözlerimin önünden... Kendimi bir kuşun kanatlarına koyup uçarken düşündüm de. Gülümsedim sonra, kederliyken insan kendi kendine neler de üretebiliyordu-umuttur bunun adı-

“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf'u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. ( Yûsuf 87 )"


Nerelere giderdim, nasıl bir dünya görmeyi hayal ederdim, nasıl bulurdum. Bir kuşun en fazla nereye kadar uçtuğunu merak ettim sonra, ne kadar uzağa gidebiliyorsa o kadar taşıyabilir miydi beni kanatlarında? Yorulur muydu ki? Sonra onu gökyüzüne o şekilde yerleştiren yaradanımız, ona da dert keder sıkıntı veremez miydi ki? O zaman insan olmanın ne anlamı kalırdı ki? Ama elbette her yaratılanın bir yaratılma amacı vardı, şüphesiz.

“Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.”( Nahl 79 )

Birden dikkatim bahçemizdeki ağaca takılmıştı. Ilık rüzgar dallarındaki yaprakları kıpırdatırken, olanca ihtişamıyla tüm gün yerinde duran bu ağaç sanki farklı bir ışıltıyla bana el sallıyordu. yine gülümsedim…

“(O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. ( İbrahim 25 )”

İnanmak, ortasında buluşmaktı umudun. İnanmaktan geçirdiğim yollarımda teslimiyetin zirvesini yaşamak isterken, hangi kışın sonunda bahar gelmeyecekse sanki o vakitteymişim gibiydim ısrarla. Halimde ısrarcı oluyordum. Oysa umutla bir günün doğuşuna şahitlik ediyordum. Tüm sıkıntılarımın, içseslerimin, evhamlarımın beni giderek terk ettiğini sonrasında yerine geceyle, yıldızlarla, rüzgarla, kuşlar ve ağaçlarla getirilmiş bir huzurun yerleştirildiğini görüyordum. Hançerlendiğini sandığım kalbimin kötü düşüncelerinden arındığını görüyordum sanki. Kalbimin gümbür gümbür attığını hissettim, gün aydınlanmaya başlarken birden bir ses kalbime ve tüm hücrelerime hücum etti : “Allahu Ekber, Allahu Ekber” ve bu sesin evrende yankılandığını; emanetçisi olduğum bedenimden ruhumun birliğiyle (ve tabiî ki Allahın da izniyle) gözyaşlarımın aktığını gördüm. Evet ağlıyordum, zahmet şeklinde değil rahmet şeklinde geldiğini düşündüğüm bu yaşlarımı avuçlarımda toplamak ister gibi ellerimi yüzümde birleştirdim. Derin bir nefes alıp yaradanımıza şükrettim, şükrettim, şükrettim…

“gece ve gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında ve Allahın göklerde ve yerde yarattıklarında Allah bilinciyle yaşayacak bir halk için ibretler vardır.( Yûnus 6 )”

Avuçlarımda olanca dua ile

“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.( A’râf 55 )


Rabia Görmüş

5 Kasım 2010 Cuma

ŞEF MAHKO VE IRMAK / Alıntı

ŞEF MAHKO VE IRMAK

Kızılderililer henüz gözyaşı yoluna revan olmamıştı o vakitler, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan, kafileler halinde dağlara sürülmelerinin öncesindeydi.

Bir sabah daha kuşlar uyanmamışken, Şef Mahko kendi çadırından çıktı ve torunlarının üçünü de uyandırdı tek tek, Şef Mahko'nun zaman zaman "beyazların etkisinde kalmış bunlar. Şahsiyetlerini unutmuşlar" dediği 3 torunu da çok geçmeden atlarını eyerlemiş köyün çıkışında onları bekleyen dedelerinin yanına varmıştı.

Av bereketli geçmişti, torunlar eve dönmeyi beklerken av boyunca hiç konuşmayan Şef Mahko "toparlanın" dedi," asıl yolculuk şimdi başlıyor".

Kuşluk vaktinde biri ak saçlı dört süvari dağları aşmış vadideki ırmağa doğru yol almaktaydı. Şef Mahko Irmağa yaklaştıklarında atından indi. Şef önde torunları arkada ırmağın kenarına vardılar, Apache Şefi Mahko saygıyla ırmağın yanı başına çömeldi, iki elini de suya soktu ve ellerini suda tuttu, bir süre sonra çıkardı, parmaklarından su damlayan iki elini de torunlarına uzattı "ellerime bakin" dedi" ve ne gördüğünüzü söyleyin".

Torunların üçü de şaşkın şaşkın birbirine baktı. En büyüğü konuştu önce "bir çift ıslak el" dedi. Şef Mahko başını ortanca torununa çevirdi, o da "buruşuk bir çift el" dedi gülümsemesini gizlemeye çalışarak. Aldığı cevaplardan memnun kalmayan Şef en küçük torununa döndü, "Bilge bir dedenin elleri " dedi en küçükleri. Bir süre daha havada asılı kaldı Şef Mahko'nun elleri Üç torununun da gözlerini tek tek yokladı ve "ellerime iyice bakın, söyleyin ne görüyorsunuz " dedi. Üç torunun üçü de dedelerinin ellerine baktı bir süre boş boş gözlerle, üçünün de başı öne düştü sonra, ırmağın şırıltısını dinlediler.
Bir süre, sonra en küçükleri "dede" dedi "en iyisini sen bilirsin" bunun üzerine Şef Mahko kızgın günesin altında tamamen kuruyan ellerini aşağıya indirdi.

"Az önce ellerimde Irmak vardı" dedi Şef Mahko. "AZ ÖNCE ELLERIMDE IRMAK VARDI" diye tekrarladı "ama siz ırmağı değil ellerimi gördünüz ve ellerimdeki ırmak kızgın günesin altında kurudu gitti, işte Şahsiyette bu ırmak gibidir, bir defa içinden çıktınız mı bir daha sizi kimse görmez, görseler bile varlığınız güneşin insafına kalmıştır". Şef Mahko sözlerini bitirir bitirmez Atına atlayıp yola koyuldu ve arkasına bile bakmadı, en küçük torununa, o en sevdiği torununa bile.

Şef Mahko'nun o en küçük torunu yıllar sonra Geronimo adıyla tanınacaktı. Büyük savaşçı, o büyük APACHE savaşçısı Şef GERONIMO

Bahar Metinleri 1

Kelepir sevinçlerle oturulan koltuklarda dirsek çürüten söz yarışçıları vardır.
Hazin sonları, durulmuş kalabalıkları, kavga eden sessizlikleri yazan ellerin
Tırnak geçirilmiş kaç vukuatı vardır kim bilir?

Acizliğime ver, gözlerim kamaşıyor denize bakışlarından,
Acizliğime ver, donuk bir ırmak gibiyim yıllardır,
Acizliğime ver, aşk kokusundan sarhoş olmamı.
Kelepir sevinçlerimle oturuyorum koltuklarında hayat salonumun.
Yinelenmekten usanmış bedenlerin, takati kalmamış kollarına sere serpe
Koştururcasına yürüyen küçük yavru ceylanlarımdan da bahsetmeyeceğim
Annem acayip irkiliyor, karanlıkta yürümemden.

Dün gece tamamlanmamış rüyalarımdan birine uyanıyorken,
Haddini aşan ruhumun zıddına dönen benliğine
Kibrit çakan vahyin, yangınını görüyordum.
Yusuf diye yırttığım gömleğin, hiçbir ölümü tamamlamadığının şahidi olan ben
Kara ellerimin beyaz düşlerinde yeşil yeşil inliyordum.
Ki zamanın bir insana ne kadar dar, diğerine ne kadar geniş göründüğünü
Bir bebeğin yüzündeki çizgilerde sezinliyordum.

Un ufak oluyorum tanrım,
Tanrım un ufak. Oldum.

Öyle değil miydi o metin?
-Hayır koca bir bahara çoktan son verilmiş. Kış kış.


Rabia Görmüş

4 Kasım 2010 Perşembe

Kalbi Tutma Vakti

ı.

Saatlerdir, hayır günlerdir düşünmekteydim. Bir büyüğümün nasihatlarından aldığım notları çizip, defalarca aynaya bakarak bildiğim bir çok şeyi tekrarladım. Her sabah aynı saatte uyanıp, aynı rüyalardan kalktığımda elimi yüzümü yıkarken aynaya bakıp “günümü bereketlendir allahım” dediğimde, havluya uzanıp temizlediğim yüzümü kuruladığımda, üzerimde gece boyu bana eşlik edip sabahleyin yerini daha yeni, daha özel kıyafetler aldığında kimsenin kimseye küsmediğini görmekteydim. Oysa ki varlığının sebebi muhteşem güzelliklerle dolu insan, insana ne de çok kırılıyordu. Ne de çok. Ne de.
Parantezleri çok fazla olan bir dünyada yaşıyorduk. Kurak iklim nedir, hatta sadece kar nedir bilmiyorduk. Yine de mutsuzduk, yine de doyumsuz. Dışarıda kar vardı, geceden anlaşmıştı belli ki yeryüzüyle. Öyle güzeldi ki, birazdan o güzelliği kirletmek için botlarımı giyiniyordum. Ufacık tefecik ayak izlerime bakıp gülümsüyordum, bana ne kadar küsebileceğini tahmin bile etmeden. Üzerine basmama izin veren kardan zevkle kartopu yapıp birilerine fırlatabiliyordum. Ne kadar da şanslıydım kendimce. Gökyüzü ne kadar maviydi. Her sabah selamlaşırdım onunla. Bahçemizdeki ağaçlarla, çiçeklerle, yonca yapraklarıyla…
Oysa insanlarla öyle değildi, ne kadar da sinirliydik, ne kadar da esniyorduk, uykusuzduk, sevimsizdik, daima rahatsızdık. Ben her şeyi abarttığımı düşünüp, rest çekiyordum artık hayata. Kimse bilmiyordu.

ıı.

Uzun yolculukları düşünüyordum. Şeritlerin nasıl birbirini kovaladığını. Üniversite yıllarında ulusoy seyahatlerimi ne kadar özlediğimi. Gecenin yolculara ne kadar özel süprizlerle eşlik ettiğini. Şimdiki gibi değildi hiçbir şey. Sokaklarda bir başına ellerin ceplerinde yürüyebiliyordun mesela. Karadenizin bir sahil kasabasında gün batımını tek başına izleyebiliyordun, denizin güneşle nasıl anlaşırcasına sohbet ettiğini. “güneşin secde edişine” şahitlik vakitlerini ne de çok özlüyordum şimdi. Bir de dost sohbetlerini. Her şey gibi o da eskimekle kalmadı, artık inancını yitirdiğim bir çok şeyle birlikte toprağa gömüldü sanki. Şimdi her şey daha modern, daha fiyakalı, daha görülmemiş. Varlığımın sebebini unutturmaması için dua ediyorum her şeye rağmen yaradanıma.

Kalem tutan ellerimle beyaz sayfaları doldururken nasıl rahatladığımı bileniniz yoktur, ben hiç tarif edememişimdir bu duyguyu. Ama ‘yazmaktan asla vazgeçmemelisin’ diyen o büyüğüme beni cesaretlendirdiği için birkaç satır da olsa özel cümleler kurmak istiyorum. Cesaretimi hoş görsün güzel yüreği…
“izin ver eskisin.”diyordu, “yaşasan tüketebileceğin birini büyütüyorsun” diye ekliyordu. Bir masal kuruyordum ben, zarifoğlu’nun dediği gibi. Hüznü nakış diye gönlüme işliyor, beni yüreğinde taşımayacaklara yüreğimi veriyordum. Onunla konuşurken ise sanki her şeyin bir anda bir kar tanesi gibi olduğunu hissettim. Her tane değişik, her tane başka umutlarla dolu, her tane öyle narin yüreğime düşüyordu ki inanılmaz güzel bir mevsim gönlüme yağıyordu. Oysa o Trodos’da karı izlemekten bahsediyordu, yazısında. Birlikte sıcak iklimlere gidiyor gibiydi. Annelerimizin koynundaki şefkatin eşliğinde… bir annenin ne kutsal olduğuna şahitlik ediyordum. “allahım onu hep sev, hep sevindir” diyordum. Meleklerin amin deyişini hissederek…
ııı.

Uçurumun kenarından eskimesini istediklerimi fırlatıyor gibiydim. Sevgi emek istiyordu, “sevmek büyütmektir” diyordu o. Gözlerimin mavisinde sohbet eden bir güneşin batması gibi bir kaos yaşıyordum. Ama güçlüydüm, güçlü kılınmıştım, bunu kullanmalı ve aynalara küsmemeliydim. Çünkü bahar gelecekti, kar izlerimi alıp gidecek ve beni yeşil yaprakların arasında gülümsetecekti. Yine karamsar mısın diyen hiç kimseyle yeniden tanışmak istemiyordum. Eskitmek… ya da eskide kalmak niyetindeydim.

(Sen kalbi uslanmaz bir çocuksun ey sevgili ben! Sen sahte dünya kuruntularından uzakta kalmak isteyip bir türlü başaramayan; pencereden dışarı baktığında bir daldan bir yaprağın ayrılmasına bile hüzünlenensin. Duanı eksiltme ve ne olursa olsun sev, sev ki daha da güçlenesin. Sev ve de “belki şöyle olsaydı her şey daha iyi olurdu” diyebileceğin hiçbir şey de gönül bırakma. Çünkü Karakoç’un da dediği gibi “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” Her şeyin bir sahibi olduğunu, asıl gerçeğin aslında burada olmadığını, iyiliğin hep büyük kazanç olduğunu bil. Aşkı bırakma. Sen aşka kayıtsız şartsız ömrünü verensin ey sevgili ben! Sen aşka karşılıksız çağrı bırakansın ey sevgili ben! Aşk bir gün çağrını görecek ve gökten üç elma düşecek . )

bir şiirle anlamlandırmak belki de yaşadıklarını insanın:

Artık dayanamam
Yabancı isimlerin ebelerinin içinden
Yabancıların ter kokusunun içinden
yabancının buyruğu ile geçmeye
Ey toprağım kalkamadığım
Üs kimin üssü
Kime ait minare
Ey sen karşımda paylaşılan
Alna dudağa ve kalbe ayrılan
Sen aşkım sabah doğrulunca bağırdığım
Geceleri sancınla kıvrandığım
Karanlığı itiyorum yine gelir
Sabahı seviyorum özlüyorum
Seni aydınlığa getirip anlıyorum
Daha sonra ışıksızlıkta anlamsız
Ve sancım var
İnceden ve derinden gözlüyorum
Çılgınlık ve inceliyorum
Kilom elli beş boy bir yetmiş üç
Sen kendime etiplikle eklediğim
Kanı benden canı ciğerimden alırdım
Aydınlıktın
Hep onarırdım eksiyenlerini güneşle
Ay gece görününce açar aylığını
Kurbanlar ve senin büyüklüğün dağınıklığın
Çünkü her bölgeni başka bir şehirde yaşadım
Küskünlüğünü aşk öncesi şehirde
Etinin lekelerini doğduğum şehirde
Korkularını ve yüksek korkmalarımla
Irmağı kapayan boydan boya
Suyu toprağa ilave eden şehirde
Gidişini özel olarak
Kalbimin bağışladığı şehirde - en önce
Ayrılık vardı hep (Cahit Zarifoğlu)



Rabia Görmüş

2 Kasım 2010 Salı

G/ÖRdüklerim

a h h

Çiğnenen Ruh Efektleri


ÇİĞNENEN RUH EFEKTLERİ

Hayat sanki susuz kalıyor, hayat sanki damarlarımda çatır çatur bir kahraman.
Gözlerimi kapatıp bir süre dinlenmeliyim. Bu istek üzere hayaller kurmanın yasak olmadığı bir yerdeyim en azından. Sabahleyin, yeni doğan bir bebeğin kıyafetlerine baktım. Hayata minicik kıyafetleriyle gülümseyecek bebeğin aramıza gelişinin ruh sevinçleri... Oldukça soğuk bir günde üstelik. Sıcak bir şeyler arıyor olmanın heyecanıyla atıyor kalbim. Küt küt… 

Zamanı gelince kavuşuyor illa kavuşacak olan. Düşümden öte, bir halden sıyrılıyorsun.Yaralarına sağılıyorum.

Annemi düşünmenin oldukça yerli olduğuna kanaat getiriyorum çoğu zaman. Annemin sıcacık ellerini ve göğsüne başımı yasladığım gölgesinin varlığını düşünüp burnumun sızlaması nasıl bir duygudur, belki anlayabilirsin. Yok olanımı hiç aratmayan anneanneme sarılmanın kalıtsal gerçekliği. İşte yine boğazıma bir düğüm atılıyor. Görüntüde sakin, içimde pat küt seferler.

Koşu ver, kalbimin yanına koyuver kulağını; çınlıyor illa bir muhabbet bağı kalbine kalbine.

Ritmim bozulsa da hayat süprizlerle dolu; ben hayata tek başına tutunmanın ürkekliğiyle büyüyen ufacık bir çocuk taşıyorum. Aslında kalbim, dünyadaki büyün okyanuslardan daha büyüktür. Kim bilir kaç yüz bin okyanus taşıyabilir insan? İtikafa girdiğim vakit, bedenimden çıkıp dünyanın herhangi bir sokağında, herhangi bir şehrinde, herhangi bir kıtasında, hacmi küçük kalbimin evrende ne kadar büyük bir yere sahip olduğunu ölçme çabasındayım. Yakınlaştıkça büyüyen, uzaklaştıkça küçülen bir kalbe mi sahibim; tanrım dünya mı çok büyük yoksa kalbim mi? Tasavvurumda  hezeyanlar. Sonuç olarak artıyor, gökdelen oluveriyor atılışı kalbimin, güm güm güm…

İnsan kalbi boşluğa bir suret bırakıyor, uçurumlarca gecikmiş her yaşanmamışlığı için...

İçinde binlerce kurgu oluşturabilecek kadar geniş kapasiteli kalbimin, bazı zamanlarda güm güm diye atışına dinleyici kalabiliyorum ancak. Hırslarımın, kıskançlıklarımın, sakinliğimin, dev gibi hissedişimin ve küçücük kalışımın, kalbimin pıt pıt ya da tık tık ya da tok tok atışıyla bir bağlantısı olması gerekli. Sanıyorum korkularımın da büyük ölçüde bu seslere eş anlamlı değer kılındığı oluyor. Bütün bedenimin bir depremi hissedip korkması ve kalbimden gelen sesler, hiç de hoş karşılanmıyor hislerimce. Korkuyla öfkenin ve merhametin aynı yerlerde olması  bir genişlik oluşturuyor bende. Anlatamadığımdan eminim.

Beni huzura davet eden geçmişin bıraktığı korkularla yüzleşmek zamanlarım...

Bebeklerden bahsetmeliyim. Onların küçük ve geniş dünyalarından. Anne karnında yaşamlarının en önemli dönemlerini geçiren bebeklerin erken dünyaya geldiğinde kendilerini solunum cihazlarında bulduklarını ve uzun zaman küvezde kalmak zorunda olduklarını gerçekten bilmiyordum. Anne karnının güvenliğine bir kez daha hayran oldum doğrusu. Tek şansımız minicik ellerini görebiliyor olmamız, uzaktan da olsa. 

İnsan büyüdükçe ne çok kirleniyor. Çevre kirliği dedikleri şeyin kalplerimizden başladığını sana kimse öğretmeyecek. Bu hayatı söke söke öğreneceğini de kimse söylemeyecek.


Dünya bir otobansa, yolun sonundaki ahirete koşan koşucuların dikkatini çekerim ki, düşündüğünüzden daha çetrefilli günbatımları vardır. Cennet ve cehennem gibi yol ayrımları üstelik. Tercihi yapan kişinin kendisidir.

Doğru yolda ilerleyen plastik arabalarım var benim. Size kurgusal gerçekliklerinden bahsetmeliyim belki de. Üç şerit halinde ilerliyorlar, üstleri açık ve motor gücü oldukça kuvvetli. Eski model arabalarım. Bakımlarını iyi yapıyorum, toz temizleyicileri benim. Geçenlerde üstgeçitten geçiyorken fark ettim de, gerçekleriyle ne kadar da benzeşiyorlar. Kendimi onlarla yarışamayacak kadar aciz hissettikten sonra, onlarıysa benimle yarışamayacak kadar zavallı görüşüm arasında saniye farkı var. Bir gürültü kopuyor sonra. İçimdeki canavarı durduramıyorum. Tıpkı günahlarımın çarpışması gibi, kalıcı hasar bırakmaması için dikkat kesilmeliyim. Yoksa yolun sonunda varacağım yer cehennem kesilebilir. Kutsal kitap yazıyor.

Kir pas tutmaması için dualar ettiğim kalbimden çıkan çeşitli efektleri izleyip irdeleyip kalp hazinenizle şereflendirdiğiniz için minneti bir borç bilirim.

Godot Yokken

çok hasta olmak istiyor insan
dertli bir nick takınmak mesela
özde kaydettiklerinin hepsini
raflara kaldırmak istiyor insan
"yaşadıklarımdan öğrendiğim çok şey var" diyor şair,
ellerin ellerimde de sevebilirim geçmişi,
günah çıkartılan bir ayin sonrası
önümüze serilen sofradan bir yudum içki
demem o ki
godot niye hala yoksa ve vladimir bas bas bağırıyorsa
kanepenin diğer ucundan bakmadı diye estragon
bir inceltici davranıyor kaleme ve yaz kızımın eli
"burası dünya"

stop!
kerpiçten evler durağında
inecek diyorum, iniyor
gözlerim yaşlı, mendil yasta, ben o ağaç dibinde
bir gölgelik bulup kıvrıldığımda
sütünü içmemiş çocuk
azar işitiyor, sokak başında
üzerimi ört sevgilim,
yollardaki şeritler gözüme ilişiyor
uyumak istiyorum.

Rabia Görmüş

Pisi Pisi

sevgili ve mutlak pisi pisi;

illede birinden nefret etmem gerekseydi, belirli aralıklarla sözlerinden nefret etmek isterdim. senin kadar aciz olup. senin gibi yaşamayı istemediğimden, susup tastamam hayallerin uluorta mızıkçısı olmayı tercih ederdim. kafana o silahı daya, aynaya bak ve bir daha düşün, eğer sıkarsan bil ki sen aşık değilsin. ki zannetmem ki sen bir aşık olabilesin. kuduruyorsun çünkü, oysa sinirleri alınmıştır aşkın. sürekli birşeylerin, birilerinin yerinde olmayı hayal ediyorsun ve bitmek tükenmek bilmeyen bir şekilde gülümseyip sadece nefret ediyorsun.

hayatı sana ne de uzak eylemişler. kendini bile ifade edemiyorsun.


sevgili ve kederli pisi pisi;

seninle bir bağlantım olsun istememekle yazıyorum bunları. koyun güder gibi, hatta geviş getirir gibi, hatta daha iğrenç şeyler geçiyorken aklımdan tasavvur dahi edemeyeceğin birşeyleri barındırıyorum içimde. ama yok, beni nefretin kucağına sen dahi itemeyeceksin. o yüzden ve bilhassa kederi kendimle yükümlü kıldığımdan toprağa bakmayı tercih ediyorum, gözlerin yerine. seni terketmeliyim.

kanıma sokulan şeyin şeytanın armağanı olduğundan zerre kuşkusuzum. öbür tarafta görüşürüz.

kalbim pisi pisi, senin koynundaki akrebe el vermeyecek. bilesin.

alınma. deniz tozu vereyim avuçlarına. sürün de gel, bulan karanlığa.

Rabia Görmüş

Akşam Üzerileri 1

Şu birikmiş gökyüzü ve kesilmiş bir bilet oluveriyor yüzün
Bir kayanın koynuna uyumlu dizlerimden dert ağlıyor
Uzanıp boşluğu ellerin diye tutmaktan
Hiçbir şeyi sever oluyorum, hayat başka yönlere akıyor;
Kayboluyorum.

İstanbul, kum tanesi gibi dağılıyor yüzüme,
Kaleler kuruyorum, sessizlik dağıtıyorum karşı kıyıya
Kıyılar yok oluyor, ben çoğalıyorum
Her taşın altında ellerinin sonsuz uzanışı;
Kalbim ağrıyor. Tutuluyorum.

Sanki konuşsam her şey çözülecek. Sanki bitecek derdim, geri gelecek o hiç gelmeyecek olan.

En iyisi mi?
- bilmem...

Rabia Görmüş

1 Kasım 2010 Pazartesi

Mektup Mevsimleri


SENİN GÖZLERİNİN
YEŞİLLİĞİNE GÜNEŞ DEĞMİŞ
BİR YANGINI BAĞIRIYOR
İÇİMDEKİ UĞULTULAR

Hızla düzenim altüst ediyor bu haber. Bir sabah uykusundan uyanırken ki tüm mahmurluğum, kelepçe takılmış bileklerimle saçlarıma çözülüyor. Zihnim bulanıklaşıyor tanrım, tanrım kalbimi çöküntüye uğratanlardan uzak eyle beni. Özlemek buz kesiliyor.

"Kadınlar kendilerini güçsüz olana bir idol, güçlü olana bir esya gibi sunarlar."(c.pavese)


Hayır böyle değil. Bu değil. Bir fırçayla resme başlayacakmışım gibi karartıyorken gözlerimi, ta o zamanlardan gördüğüm rüyanın tıngır mıngır sallanması gibi bir homurtuyla geliyordun. Demiştim. Yığınların arasından çıkartamazsın beni. Uğraşmazdıın ki. Sandığımda çok daha güçsüzdün.

Müziklerle birleştirdiğimde taklitmiş gibi geliyor, hüznüm. Uyuyorum, uyandığımda yanımdalığına şahit olacakmışım gibi hızla. Yastığımla barışıklığım bundan. Kederin ellerime sonsuz bir avuntu bağışladı, yokluk tezgahından. Mırıltılar, mırıltılar ve gözlerin. Ne varsa bunda, hani ne varsa gözlerinde öyle sessiz gitmesini bilen ellerinle birleştirdiğimde hiçbir anlam teşkil etmeyen. Kırgınlık son hızla iliklerimde ilerliyor...

Saklambaç oynuyorsun, tüm gözler sende. Geçmişini saklıyorsun, buluyorum ince detaylarını kalbimin... Kirlendikçe gözlerimi temizliyor gibi yapıyorum. Kalakalmalıyız yârin kapısında. Yarım kalmalıyız belki, dünden eksiltmeliyiz döküntülerimizi. Bu son arzumuzdu belki. Şaşkınlaşmalıyız. Kendimizi tırmalıyormuşcasına, arzularımızı tırmalıyormuşcasına. Yüzümüz asık sorgulanıyoruz. Sorgulanıyor duygularımız. Son kes asılıyoruz yârin kapısında. Yeşile boyanıyor olmaktayım.
oysa

susulunca tutulan çetele simsiyahtır(i.özel)


o yüzden hiç olmayan 'biz' diye bir şeylerden kaçıyorken buluyorum kendimi. İçimi tıka basa doldurulmuş ve aslında içimi sonsuz bir boşluğun baş ucunda çetele tutarken bulmam bu yüzden. Hayatın ikinci bir anlamı olmalı, sen yokken. Yokken sen başucumda, başımı yasladığımda omzuna. Ağlamamalıyım. O günden sonra.

O günden sonra sanki hep geriye giden ayaklarım, çağıran ellerine yaslanıp uyumakta. Sevgilim, adını göğsümün ta derinliklerinde yankılanırken buluyorum en çokta. Üzerinden bir mevsim geçen sohbetinden mahrumiyetim değildir, acıtan kalbimi. Ahh, sonsuz bir ayrılık düşlemiştim öyle örneklendiği gibi...

BEN O KIYAYA YAKINIM
AMA GÖNLÜM UZAKTAKİ KAYIKTA.

Tarifi mümkün olmayan duyguların kesiştiği yerdedir şimdi gözlerim. Sonsuza dek o ulaşamadığım bulutta...

dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında,dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da.

dediler ki, şu ağaçlar gibi bekledin, şu ağaçlar gibi hayal,şu ağaçlar gibi kederli.(b.keskin)


Rabia Görmüş

22 Ekim 2010 Cuma

Larenjit



başlıyordu bir his, dönüp durmakta olan düşüncelerimi yemeye
yaşamak bir hırs oluvermişti, kaç ton ağırlığınca günahım varsa
yutuyordu bir ejderha, solmuş beyaz kirli bedenimi
tanrı ellerimden tutuyordu, ben düşüyordum, kan kusuyordu bir çiçek
ölsem ölemiyor, gülsem gülemiyordum dün gece tam da oradan uzaktayken
zihnime tüneyen fren sesi, gitmiyordu ve bitmiyordu ayak sesleri
ambulans sesleri, insan sesleri, ses tellerim inciniyordu, bağırmaktayken
ben küçük bir çocukken, büyükçe ellerimle düzelmeliydi herşey
dünya küsüyordu, durmadan küsüyor ve durmadan ödümü patlatıyordu
düşecektim, bomba sesi gibiydi, sarsıntıdan sonra dudaklarımda o iz
hiç bitmeyecek gibiydi, yaşadıklarımdan öğrendim ki: “anne, ben çok korktum”
kaç kez kirlettim o temizlediğimiz suyu, boğuk bir sesle üflüyordum, yüzüm paramparça
içime kaçtı tozun, içime kaçtı dozun, içime kaçtı fazla üstüme gelme
anlamanı beklemeden yürüyordum ki zaten çok kasıntılı bir duvardı aramızdaki
çatırdıyordu amaçsız olan her şey, her şeyde bir iz arıyordum, bir kuruntu, bir esrar
rahatlamalıydım, yaşanmışların ve bitmişlerin ardından, gidebilmek sıfır riskliydi

Rabia Görmüş

Nar Ağacı Güzellemesi

İçimdeki acıyı tanıyorum. Uzun yıllardır içime çöreklenmiş olan o büyük acıyı. Kirpiklerimin enstrümanımın telleri gibi titreştiği o büyü...