Günlerden herhangi bir gün. Hepsi özel neticede. Haftalar
bölünmüş. Aylar taksim edilmiş, otuz otuz. İnsanların arasına karışıyorum,
ruhumla yaptığım bir gezinti bu. Ölmüş hücrelerim için bir şeyin anlamı yoktur,
zira yaşayan ve yaşamaya tüm hızıyla devam eden varlığım için toprağa, havaya,
suya ve var olan her şeye bir esinti bırakabilirim. Kalbinizle beni takip
ettiğinizde satırlarımın arasında kendinize ait bir şey bulabilirsiniz;
arayışıma davetlisiniz:
Aylardır üzerinde durduğum bir konu, ağaçların çiçek açma
zamanının gelişi. Tuhaf geliyor sahi. Bu yeni bilinmiş bir şey değil ki. Ama
insanla bütüncül olarak düşündüğümde, aslında fark ettiğim şu ki; kimliğimin
bir ağaca benzemesi gibi kendimi çiçek açma zamanımda hayal ediyorum. O gün
geldiğinde kayıtsız şartsız mutlu olacağıma inanarak yaşadığımın farkındayım.
Ya o gün gelmezse diyemiyorum. Hatta gelmek istemeyeceğini hiç düşünemiyorum.
Niye gelmesin ki, benim gibi muhteşem bir varlığın hücrelerinde çiçek açması
olağan üstü bir şey. Oysa zaman çok karanlık. Oysa insan her bir anını farklı
türden duygularla bezeyerek koşuyor. Koşuyorum. Koşuyoruz. Her şeye yetişmeye
çalıştığımız bir çağda üzerimize nasıl karabasanların geldiğini bile bile
yaşıyoruz. İfade etme özgürlüğüne sahibiz. Aktarıyoruz. Kendimizi, en biricik
varlığımız olan bizi, dışa aktarmak için çırpınıyoruz. Ellerimiz tam havaya kalkıyor ki, bunu bir tehdit gibi
düşünün, çok öfkeliyiz. Bunun adı isyan. Gelmiyor işte. Gelmesini beklediğimiz,
gelsin diye günleri, haftaları, ayları bölüştürdüğümüz o mutluluk anı ya da adı
her neyse o beklediğimiz gelmiyor. Kalbimizde hissettiğimiz o büyük acı bize
şekil veriyor. Duygularımız o şeklin içinde bir bir yerini alıyor. Kızıyoruz,
öfkeleniyoruz, ‘tamam bu son’ diyoruz ama yine de bekliyoruz. Sakinliği, bir
baharı bekler gibi, susuzluktan kurumuş dudaklar gibi bekliyoruz. İsyan,
kabımıza sığdıramadığımız kendimizi o kapdan
dışarı atma şeklimiz. İsyan, böğüre böğüre herkes duysun diye ruhumuzun
avazının çıkması hali. İsyan, ‘kaderde bu mu var’ diye sorgu mahkemelerinde bilinçaltımızı
deşifre etme şeklimiz. Bir davulun son sesi, bir tokmağın son hali. Ritmi
tutulmamış tüm tınıların notasızlığı. Arayışın kabulü görememesi. Uzak
ihtimallerin göğsünde uyuma arzusu. İsyan, o dakikadan sonra bir daha
görülmemiş mutluluğun çamura bulanmış tarafıdır. Çoğumuzun haksızlık
odalarındaki evinde çığlık harbidir, isyan.
Şimdi birden güneşin gözünüzü aldığını düşünün. Elleriniz
yine havada. Bu defa ışıltıdan. İnsanın sakinliği beklemesi, aslında insanın
sürekli olarak bir şeyi beklemesi, onda daha çok harbe neden oluyor gibi
düşünüyorum, son zamanlarda. Ayların geçtiğini ve güneşle beraber kimliğimizde
açmaya başlayan çiçeklerin açtığını düşünün. Her kavganın sonunda bir sükunet,
bir yorulmuşluk. Bir de dirilmenin heyecanı var. Her şeyin bir ritmi ve notası
var. Düşünüyorum da; insanın hali evrenle nasıl da güzel paralellikte. Mevsimler gibi insanda. Güzelliğin geleceğine
teslimiyetini artırdığında süzülerek isyandan teslimiyete geçiyor. Kabule,
herhangi bir koşul olmaksızın kabul etmeye, geçiyor.
İnsan kendine yabancılaşmışsa eğer, bunu dışarıda
iyileştirmeyi beklememeli... Süreç çetin, insan eşrefi mahlukât.
Hem ne diyor şair:
kırbaçlayarak
büyüttüğüm ağrıyı bırakıyorum
bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan
halksa kal'am onu kal'a kılan benim
boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.* *(evet isyan - ismet özel)
bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan
halksa kal'am onu kal'a kılan benim
boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.* *(evet isyan - ismet özel)