26 Aralık 2020 Cumartesi

 

 

ÜÇ KAPI

Kulak tırmalayan ve ağırca ilerleyip ortalığa yayılan bir ses duyuyorum. Gözlerimin kısıklığına taş zeminin soğukluğu ekleniyor. Bir filmin ağır aksak ilerleyen sahnesinden esinlenmiş gibiyim. Gövdem, senaryosu zamansız yazılmış bu hikayenin ilk sahnesini aydınlatır gibi… Sessizliğimi etrafa yayılan gıcırtıya katarak açılıyorum. Açılıyorum. Çünkü tüm gücüm bundadır. Tüm gücümü buna vererek doğruluyorum, karşımda üç  yol… Üç karar… Üç kapı…

Hayat,  hangi kapıdan girsem, bana değişik sürprizler sunacak bir yol haritasıdır. Bedenimin ağırlığı gitgide çoğalıyor, yaş aldıkça, ağrılarımı iyileştirmeye çalıştıkça; bedenim bir borcu öder gibi ruhuma  eşlik ediyor. Doğumumu anımsıyorum, güvendiğim yerden zamana nasıl meydan okur gibi baktığımı. Daha dün gibi… Anlamak… Bir parçadan kopmak... Bir parça olmak…

İnsan bilmediğinin yabancısıdır. Görmek, bilmek, anlamak isterken bir yandan da korkmak, ürkmek, cesarete bürünmek ister. Ve ben dünyaya bir şarkının nasıl söylendiğini bilmek için gelmiş olabilirim. Ve ben dünyaya bir resmin neden çizildiğini bilmek için gelmiş… Ve ben dünyaya alınan nefesin niçin verilmesi gerektiğini anlamak için gelmiş olabilirim.. Aldığım tüm kararların toplamıdır, hayat…

Üç kapı. Birini seçmek ya da taş zeminde öylece durmak benim elimdedir. Açılmak, çözülmek, yeniden doğmak benim elimdedir. Hangisini seçersem diğerlerine haksızlık etmek düşüncesi benim algım…İçeriye kimi alacağım ve içeride ne yapacağım da benim alanım… Ve sunulmuş bir armağanı hakkıyla söylemek, hakkını vererek yaşamak ve bilmediğini tanımak bir seçimdir. Şarkı söylemek, resim çizmek ve attığın adımla tanışmak bir seçimdir. Ama şimdi tüm bunları bıraktığında, geriye kalan bir şey var, o da: kendin olmak.

Vakti geldiğinde hangi kapıyı seçtiğim ve hangi şarkıyla dans ettiğim de bilinir…  

26.ARALIK.2020

RABİA GÖRMÜŞ



ins: @rabiagrmsphotography

24 Aralık 2020 Perşembe

DİKKAT ELLERİM

 


Her sabah asılı duran yüzüm aynada, alıp durduğum boyalı maske
Rimel, kalem, öğretilmiş badana ve akması için hazırlanan yaşlarım
Yirmi, otuz, kırk, elli yaşlarımı birer birer değiştirdiğim
O telli turna alevleri, mavi mavi bakarken cama
Buğulu titrek ellerimle çizer dururum, martı resimleri
cam uğultusunu yitirir, ben kendimi
Kirlenmiş bir çift görsem sokakta, siyah görsem mesele değil
O çocukların nereye gittiğinden şüpheyle bahseden kadınlar
Gurur duyduğum paspasıma baktılar, görmüş olmalıydınız.
Nasıl tırmandığımı askıya, bıçak kesildiğimi perdeye ve kestiğim tenim değil o an
kestiğim ağır yaralı bıraktığımdır benim. başladığımı bitirmem an meselesi.
Asla değildir, sayın neşe kaynaklarım, benim sevgili düşsel oğullarım bile var hatta
Siyah beyaz hep nostalji, 'aa manyak bu' dedirten poz daha akıllı çıktı fikrimden
Dikkat deli var!

dikkat deli, arabesk dikkat, dikkat ellerim dindirilmeyen
Denden gece, tekrar edilirken denden, birleşen koyun koyuna hislerim
Ha ağladı, ha ben nere gideceğimi bilmeyen kuzu.
Kalbimden fırlatılmış gibi hissediyorken kendimi, biri günaydın diyor
Şakaklarıma doluşuyor zil sesi, taksi beni bağırıyor
Gecikmiş miyim, yoksa hayat mesaisini erken mi başlatıyor?
Zihnim hayretine koruyucu takmış, filtreli içecek
Unutuverdiklerim varsa kabullensinler, bu rüyanın ikinci bölümü de gelecek.
Var oğulcuğum, senin doğmana daha birkaç sene var,
Bir hayali ikiye bölerek alıyorum hesaplarını, veriyorum coşkuyu
Bir dirhem bir çekirdek var acıdan kalma,
Korkaklık desen tık yok adamda, benim iktidarsız korkaklığım
Senet imzalatıyor duş almış kadınlara
Boynuma doluyorum, bir üşümek bir üşümek
Zır deli kareli gömlek, pütü pütü cırtlak cırtlak
tütü nazar değecek, tütü bilmem kaç bin kez omo.

gözde aranan şefkatleri bir yana bırakıp,
sokaklar doluşuyor farlar, izler, istemdışı düşünceler
doğruluğunu yitirmiş bir levha bulmaktan önce
kuş sesini yitirmiş, köpek uluya uluya ayla çay içmekte
ve gözüm terkedilmiş bir sokak karesinde
ışık kayboldukça, gölgem ıssızlaşıyor, küçülüyoruz hep birlikte
adamımın dudak izi olgunlaşıyor, ben az ileride bekleyen otobüs yolcusu
bir kaç saniyemizi alabilir beklemek
az beklenilen uzun yolculuklardan sonra

20 Aralık 2020 Pazar

PENCERE

Pencereme gökyüzü değince
ve içimde bir tutam şiirle
kaldım, duraklarında mısralarımın
hani, satır başında bir boşluk
hani, kelime aralarından çıkıp geldiğin kapılar
sana en çok buralardan bağlandım…

Sarıldığında pencereme bulutlar
ve gün akşamı devirdiğinde odama
durdum, beklemekte olan cümleler dolusu satırlarıma
baktım, iki adımdan sonra gizli özne
baktım, yumuşuyor heceler
sana en çok buralardan tutuldum…

Penceremde kendimi gördüğüm gece
seni gözlerinden tanıdığım ilk gece
ve buram buram sorguladığım  bir gece
hani, tütün kokan ellerimde yağmaladığım hece
hani, uzun uzadıya boğuşan tutkulu mısraların
bir boşluğa ağır aksak gidişi
beni aynaya, beni aynıya, beni sana
sana en çok buralardan sarıldım…

9 Aralık 2020 Çarşamba

MAVİ GÖZLÜ DEV DEDEM

 Dedemin vefatının ardından dokuz yıl geçti. Bugün onu kaybetmenin acısına biraz daha uzaktan bakarken, bana neler kazandırdığını da rahatça görebiliyorum. Çocukluğumun yapı taşı olan dedem, bana bir yandan otoriteyi, gücü, pes etmemeyi gösterirken; bir yandan da şefkati, bilgiyi, ustalığı öğreten oldu. Ustalık demişken aslında hayatta hep çırak olunduğunu…


Dedem inşaat ustasıydı, bileği kuvvetli, cesareti takdire şayan, demir bükücü, beton dökücü… Mavi gözleri gökyüzü gibi, yanaklarının kırmızısı çok yol almış ve yorulmuş bir savaşçı gibi. Aile babası; köyden şehre göç hikayelerini anlatsan saatler sürecek olan bir göçmen. Yedi çocuğundan ikisini kaybetmiş bir baba.

Dedem, anneannemi çıldırtan kurallarıyla evdeki otoritesi bir ülke yönetir gibiydi. Ciddiye aldığı bir yaşam çizgisi vardı, ellili yaşlarından sonra okumayı öğrenmiş ve ilk okul diploması almıştı. Peygamberler tarihini anlatan bir çocuk kitabını okuduğu anımsıyorum.  Geri kalan zamanlarında artık inşaat ustalığı yerini rahlesinde kur’an okumaya bırakmıştı. Eve her gelen onu rahlesinde kur’an okurken bulurdu. Dudakları arap harfleriyle dans eder gibi eğilip bükülen, gözlüğü burnunun ortasında, pür dikkat ve hafif sesli okunan dualar… Dedem… İlk öğretmenimdi.

Uyuduğunda nasıl rüyalara dalıyorsa dışarıdan izlerken gülümsetirdi. Kendisi torunlarını aşırı severdi. Çok severdi. Öyle severdi ki, en çok beni seviyor diyemezdik. Ayırt etmeden, bir ömrü önüne sermiş gibi severdi. Çok dedeydi, çok boncuk boncuktu. Hepimize bir eser bırakıp gitti. Rahmetle anıyorum.

Beni dedem büyüttü. Okuttu. İşe başladığımda gece karanlıkta yolumu bekledi. Evde pek konuşmazdı ama bir gün elinde gördüğüm kitaba bakıp ne okuduğunu sorduğumda Osmanlıca demişti. Onun üzerine kurslara gidip okumaya çalışmıştım. Ama dedemin sözü hep aklımdaydı: “ Kafanı çalıştıracaksın, gerisi kolay” Hatırladıkça gülümserim. Dedem…

Camiden geldiği bir kış günü… Bir gün hatırası kalacak dediğim fotoğrafa bakınca hüzünle sevinç arasında kalıyorum. Dedem… Bu dünyadan sevinci ve hüznüyle geldi geçti… İyi ki benim dedem olarak geçti. Çok seviyorum.

 

5 Ekim 2020 Pazartesi

ANLAMAK ÜZERİNE

 

Bir yandan babasının kucağında korunaklı kız çocukları. Bir yandan anne arketipinin hayatıma tezahürleri. Bir yandan boşluk. Koskocaman ve hiç dolmayan ve yuvarlandığım boşluk. Ellerimi açıp, kollarımı uzatıp ve gözlerimi de kapatıp etrafımda döndüğümde beni tutan hiç kimsenin olmadığı ve fakat bir o kadar da güvende hissettiğim boşluk. Güvenin merkezimdekiyle bir alakası olmalı.

Hızla tüketilen bir toplumda, aynaları bile öyle büyük bir iştahla kaplıyor ki bedenim. Her gün kendime sorduğum bir soruyla buluyorum kendimi: “iyi misin?” derin nefes. Nefesime odaklanarak “iyiyim. Ama şuram ağrıyor” diyorum. Mutlaka bir ağrıya uğurluyorum zihnimi. Bir ağrı bana uğurluyor iyileşme ritüellerini. Kendin olmakla ve kendinle olmakla kalakaldığım günlerimde, o hiç farkındalığı olmayan, merkezimden uzakta yaşadığım günlerimi anımsıyorum. Etrafımın sesi çığlık çığlığa beni boğarken, kalbimin ritmini dahi duyamadığım “elalem ne der?” kabuslarımda olduğum günlerimi anımsıyorum. Sahi ne çok yalnızmışım. Bir sürü kalabalık içinde. Ne çok kimsesizmişim. İhtiyacım olanın ne olduğunu dahi düşünmemişim. Sahi ihtiyacım neydi benim? Şimdi buldum mu? Bulabilir miyim?  İhtiyaç kalbin istediğinde önüne dizilen bir yemek masası gibi. Ya da burnunda tüten bir eski duygu. Ya da bedenimi ve ruhumu doyuracak bir nokta. Bir atış. Bir akış. Sığındığım heryerden beni boşluğa çıkartan his. Dönüp durduğum ve sonunda bulduğum “heh şimdi oldu” pozisyonlarım. Uğuldayan tepelerinde varlığımın ürküp sonra da yeniden “yok ya o öyle değildir, bir şeye ihtiyacım var” deyip farkettiğim zamanlarım. Sahi mümkün mü tam olmak, tamamlanmak? Belki de tamamlanmak diye bir şey yokken zihnim “vardır vardır” diyordur. Tüm bunları bana kim öğretti. Durmadan döndüren beni ne, hangi duygu? Özlem duydurtan, yutkunduran, rüyalarıma giren şey ne? Hangi duygu?

Körebe oynadığımda kikirdeyenlerin soluklarından kulağıma ilişenler gibi, gözlerimi kapatıp hayatın oyununa kendimi kaptırdığımda, varlığımındaki coşkuyu “yoklukmuş” gibi algılamaktan kendimi azad ediyorum.

Kendimi azad ediyorum. Yoksun yaşadığım baba kucağından kendimi özgürleştiriyorum. Kendimi kucağıma alıp dilediğim yere götürebilecek ve gün batımını izleyebilecek yetiye sahip zihnime teşekkür ediyorum. Aksi takdirde ömrüm hep acıyarak, üzülerek, hayal kırıklığıyla geçecektir. Farkediyor ve ilerliyorum. “Gölgesi yeter” dedikleri tabiri geri dönüştürüp aslıma rücu ediyorum.

Kendime şefkat  gösteriyorum. Yoksun yaşadığım  anne varlığından kendimi özgürleştiriyorum. Kendimin saçlarını bebekliğimden başlayarak okşuyor, tarıyor, öpüyor ve örüyorum. Sonra kendime puding yapıp, sokaklarda avazım çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyorum. Gözlerim doluyor, kendime sarılıyorum. Nazenin kalbimi inciten her şeyde oturup kendimle “ ne oldu?” sorusu üzerine konuşuyorum. Annelik makamının fiziksel olarak doğurmakla değil, şefkatle, merhametle, onaylamakla ve kendin olmasına izin vermekle çok daha bağlantılı olduğuna inanıyorum. Kendime merhamet gösteriyor, kendi yaptıklarımın arkasında duruyor, kendim olmama izin veriyorum. Farkediyor ve ilerliyorum. Aksi takdirde ömrüm hep özleyerek geçecek.

 

Tüm bunların olabilmesi elbette kolay değil. Ve zaten bana tutulan aynada hiç kolay olmadığının keşfini kendi gözlerimle gördüm. Korkmanın ve cesaretin aynı yerde olduğu hayatımda şimdi kendi pozumu veriyorum:

Değerli hisselerime gülümseyerek.

 

12 Eylül 2020 Cumartesi

ÇEYİZ YASI


Gözkapaklarıma değen ağırlığın bedenime uzaması
fincanımda çıkılan yokuşa bakakalmışlığımla
birleşince;
ağır yükümlülükler barındıran ruhumun ilk evi
sağduyum diyerek,
gözlerimden bir gencin tarifini istiyorum
o bana rüyalarımın yorumunu yapıyor
ben avuçlarımla o kadının yanaklarına uzanıp
“işte geldim” diyorum,
“dünden kalan yanlarımı bırakıp, yamacıma geldim”
sahteliğine inanmıyorum kadının,
genç adamı arıyor gözlerim, zihnimden ürettiğim
“bunu burda konuşmayalım” dediğim o günden beri
bunu burda konuşmadığımız zamanlara özenerek
izliyorum, gözlüyorum, gözlerim gözkapaklarım
ah o yarış, sokaktan geçip kulağıma ruhuma tını olan
modern şehrin dinamikleri, sarhoş şehrin hazin dinamiği
yokluyorum, yok oluyor gibi şehrin mıknatısı
ben şekil aldıkça ve saçlarım ahenkle dans
ben tarandıkça ve saçlarım şekil alan hız
ne dediğime dönüp bakıyorum,
ne demediğime de bakıyorum
aslında bakarak bir eyleme dönüşüyorum
baktıkça okumak bir eylem midir bilemiyorum?

şahidim şehir beni okuyor,
ben evrenin bulutlardan geçilebilirliğini izliyorum
şahidim sanat içimde bir yas
yas içimde bir sanat gibi

gibi.
sararmış bir çeyizin boğazımda düğümü
bir yas. İlle de bir yas.
annemin yası. Babamın yası. Yasın gözyaşıyla bağı.

çeyizim bir yas. Ben kahvemdeki kabartıya bakınıyorum:
okunmuyor. Yol yok. Tabak temiz.

Şimdi içimdeki özlemi alıp fincanımın kenarına yerleştiriyorum;
önümde bir kırışık ten, içim bahar bahçe.

Kim görse sevinirdim, içimi?
-o

 

EYLÜL MESELESİ



boşluğun kıtalar dolaşıyor,
durağın ben olayım.
.

Bilmediğinin yabancısıdır insan
bu mevsimi sensiz yaşamayı bilmem
Bu mevsimi sensiz sevmem
Tanımadığım ten,
gücenik dansım,
ipeksi saçlarımın kanıtlanmayışı
kahve fincanımın hilali,
dört yol, biri uzun diğerleri belirsiz
kaplumbağ, tavuskuşu, gelinlikte ben
sana sakallarının ömrüme değdiğinden
hayır sana aşktan söz edemem
inanmadığının anlatıcısı değildir insan.

Sana beni çizebilirim ama sana
beni kanıtlayamam.
Bilinmez bir mevsimin duyulması gibi,
doğum haritalarımızın karşılaşması gibi
haritada yerimizin birkaç parmak kalınlığında uzaklığı gibi
önümüzde dünya ve ardımızda pencere
sana rüyalarımın kapısında ellerini gördüğümü
diyemem
gözlerimden anlamanı isteyemem
suskunluğumdan öğrenmeni bekleyemem
sana su içer gibi ve suya kanar gibi
vahşi, şehvetli, tutkulu, arzulu ve doğurganlığından ömrümün
kilitli kutularından
kelebeklerin kalbimdeki hafifliğinden
bahsedemem. Ama çizebilirim.

 

Seni sanatıma ve ruhuma katabilirim.
sen sadece bir şarkı mırıldan.

19 Haziran 2020 Cuma

annemsin


Doku.
Dokun.
Duyuyorum. Sesin. Sen. Ah ne güzelsin.
Sır.
Perdenin aralandığı. Kalkıp geldiğim mevki, çığırdığım avlu, yabancı birinin elleri.
Koku.
Bir ten. Titreyen. Konuşmadan, hıçkırıkla, uzun zamandır beklediğim koku. Onun kokusu.
Ayrılık.
Beş dakikalık. Uzun gelen. Uzun süren. Hep yanında olsam. Hep benimle olsa.
Kavuşmak.
Geldin. Gülümsedin. Göğsünün cömertliği. Boynumda nefesin. Ah ne güzelsin.
Yavrunum.
Annemsin.

10 Mayıs 2020 Pazar

Göbek Bağı


Göbek bağı. Tutunduğum yer.tanıdığım ilk bağ. Sonsuz rahmet kaynağı. Uzandığımda, yönümü değiştirdiğimde, tekmelediğimde, rahat rahat dolandığımda, suda özgürce ve içsel bir frekansla bezendiğimde, büründüğümde anne karnındayım. İnsan olmanın vazgeçilmezi senin rahminden geçmek, anne. İnsan varlığının oluş, duruş, hissediş, var oluş yerlerinin ilk mekanı. Rahmin. Annemin rahmi. Annelerimizin rahmi. Benim kadınlığımın ilk evresi. Doğama aktarılanlar, ruhuma sürünen ve taşınanlar, suyun sonsuz rahatlığı, anımsamasam da bedenimin tuttuğu anılar. Cenin olmak. Sonra insan olmak. İlk tekmemde gördüğüm el, annemin eli. Karnını tekmelediğime sevindiğini anladığım ses annemin sesi. Hiç bırakmaz beni dediğim, varoluşu onunla tanrılaştırdığım yüceleştirdiğim tanımladığım yer annemin rahmi. Biliyorum ki sevgi bu. Sevgiyi, şefkati onunla tanıdığım için çok şanslıyım. Annem çok özel bir kadın. Beni bıkıp usanmadan yanında taşıyan ve bundan zevk alan kadın. Annem sonu bilinmez dünyada ne kadar tanıyamasam da benimle tam olarak dokuz ay geçiren kadın.
Şimdi bana kim “annesi olmayanlardan” bahsedebilir ki? Hangimizin annesi yok mesela? Hangimiz onun rahminden çıkmadık. Ve Allah hangimize bu şerefi nail etmedi? Ölmüş olmak yok olmak değildir.
Ben küçükken anneler gününde hep üzülürdüm. Ve hala üzülüyorum. Sonra ne kadar önemsediğimi düşünüyorum. Anne olmanın ne yüce ve ne zor olduğunu. Evet zor. Çünkü insanın annesini kaybetmesi gerçekten çok zor. Çünkü insanın parçasından kopması gerçekten çok zor. Ama aslında şöyle de değil mi? Biz doğarken zaten o tılsımdan vazgeçiyoruz. Yani güvenli alan bildiğimiz rahimden bir boşluğa doğuyoruz. Büyük boşluk diye tanımlıyorum ben bunu. Tüm bilimselliği bir kenara bırakarak, hissettiğim kadarıyla büyük boşluk. Çünkü koşulsuz şekilde uzandığımız, kıvrıldığımız, tekmelediğimiz, sevildiğimiz, ısındığımız, doyduğumuz, doyuma ulaştığımız yerden halk dilince “bir avazda” fırlıyoruz. Buna mecburuz. O boşluğu tanımaya ve yeniden kendiliğimizle oluşmaya mecburuz. Mecbur bırakılmak değil aslında, yaşamanın usulü bu. Sıradan değiliz, hepimiz biriciğiz, duygularımız düşüncelerimiz zihnimizin dansları… Farklıyız hepimiz. Ama hepimiz aynı yerde kaldık en azından dokuz ay. Biricik varlığımıza öyle güzel anlar kattı ki annelerimiz.
Şimdi bana kim “anneler günü bugün” diyebilir ki? Günümü olurmuş? Ben annemi anımsadığım her an duygulanıyorum. Ama duygumun şefkat ve sevinçle karışması beni daha çok insan yapıyor. Alınmak yerine –ki çocukken çok alınırdım benim niye yok diye- , alışmak diyorum buna.  Ya da kabullenmek varlığının bedensel olarak olmadığına.

Yaşamaya, bu kabulle devam etmek, benim anneme verebileceğim en güzel hediyem.

Evet onu çok özlüyorum, çünkü benim için annem varoluşumun en güzel vesilesi. Bu fotoğrafı da buraya iliştiriyorum. Kavuştuğumuzda ilk uzandığım el olacakmış gibi.
Bu vesileyle tüm annelerimizin, tüm annelik vasfına sahip kadınlarımızın her günü kutlu olsun. Çünkü bu makam çok yüce, çok kalp sızlatıcı, çok özel. İyi ki…

31 Mart 2020 Salı

YAS


Kafamda deli sorular…
 Her şey bir pamuk ipliğine bağlı ve sanki az sonra her şey bitmiş olacak. Aynı zamanda, az sonra her şey yeniden başlayacak. Yaşamak, nefes almanın cazibesiyle kavrulmuş bir tutam zevktir. Hiç gitmeyecekmiş gibi ve sonra hep gidecekmiş gibi. Ellerimden sızan kum taneleri, gözlerimin gördüğü sonsuz bahçe, kalbimle hissettiğim diğer yarım, ayaklarımın yürüdüğü sahiller, kokusunu aldığım nergisler, rüzgarın rengi, ağaçların çiçeğe duruşu, süt ve sütün tadı, beyaz sandığım boşluk, verilen ve  verilmeyen tüm duygular, annemin olmayışı; annem bir boşluk ve ben boşluğun yavrusu; insanı içine çeken dünya. İnsanı dışına çıkartamayan korku. Gece susuzluğuna uyanan dudak, işitmekten sağır olunan, tedirgin eden ölümün varlığı. Burası. Kalbime sorsanız, hep söyleyecek bir sözü vardır. Sahi, bir çınar nasıl devrilir?  -Teslimiyet.-

Kafamda deli sorular… Bir dünya nasıl dört duvarla örülür?

Koşar adım dinliyorum, sabah telefonuma gelen mesajı… Bir ölümün perde arkasında olanları bilmeden ve bu beni nereye götürüyor. Duygum, duygum, duygum… Kayboldum. En yakınımdaki sevdiğime gittim. Kolları, elleri, varlığı… En sevdiklerimi kaybettiğimi düşündüğüm bir dünyaya doğmuşum ben. Benim bunca yıllık yaşantımda her bir sevdiğimi kaybettiğimde yaşadığım hissim şuymuş: ben her ölümle yeniden toprağa verirmişim, annemi... Yas.

Kafamda deli sorular… Yas tutmak kalbin kas kaybına neden olur mu?

Sakince dinliyorum kalbime geleni. Mırıldandıklarını, sustuklarını, çığlıklarını. Bedenime aktardıklarını… Yas, bir sürecin en acı kısmından sonra insanda geriye kalan tablonun perişanlık çizelgesi. Tüm çığlığı boşluğa uzatmışsın da dans ediyormuş gibi. Kendi kendine mırıldanıyormuş gibi. Tüm zamanların, için ve dışın, iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin, mutluluğun, zenginliğin, başarının askıya alındığı hal. Anlamlandırmaya gebe, inanmaya gebe, uyanmaya gebe. Yas. Dudak kilitleyen, kalbi coşturup oradan oraya sürükleyen feryat meydanı. Yas.

Kafamda deli sorular…Şimdi sen nereye gideceksin anne? 

Bunun cevabını alan çocuklar hep güvende. Annenin ve anneliğin yası tutulmaz çünkü öyle ölümsüzdür ki... Ve kim bilir bugün dünya, dört duvar arasında, kaç tane çocuğu annesiz bıraktı? Ve bugün kaç tane çocuk annesine kavuştu… Bilinmez zira kapıyı açan da kapıdan bakan da hep bir duyguda: teslimiyet.

Kafamda deli sorular…
Şahit miyiz dünyada olanlara?

29 Mart 2020 Pazar

RUH SESİM 1


Kapımızı kapattık, ruhumuzu değil.
Zor zamanlar…
Kötülük kötülüğü çoğaltıyor, dirliği bozuluyor, bedenin. Ruh allak bullak.
Yağmurla yazıyorum şimdi. Zihnimin ücra köşesi sessizce büzülmüş, elleri dizlerinde. Hani havanın nefesinize karıştığı yerler var ya; sanki tıkanmış gibi.  Bir sahnede hayatı yaşıyor, yok yok, bir sahnede hayatı izliyor gibiyim bugünlerde. Yağmura şiir yazmak istiyorum. Zihnim çözülsün. Yine bir sabah, yine evdeyim. Sahi neydi evde olmak? Evde kalmak hiç bu kadar anlamlı olmamıştı, benim için. Bunca yıldır anlamlandıramadığım bir şey ile burun buruna evde kalmak: Kaygılar ve korkular; umutlar ve sadelik. Hepsi bir arada halay çekiyor. Başta demiştim ya hani, kötülük kötülüğü çoğaltıyor. Bulaşıcı hastalık gibi hani. Bulaşıcı hastalıkla burun buruna geldiğimiz bir dünyadayız şimdi. Herkesin bir fikri var, olsun da. Olmalı. Çünkü herkesin kendi hayatı, biricikliği, güzelliği var. Korumak istedikleri var. Umutları var herkesin. Yarın nasıl güzel olur diye düşünceleri var.  
Sahilde gibi hissettim bir anda. Herkesin umutları deyince benim aklıma denizi izlediğim geldi. Hafif yağmur yağıyor ve ben rüzgara sırtımı dönmüş sahilde yürüyorum. Nefes almanın en hissedilebilir olduğu anlardan biri. Salgın hastalık bitmiş ve ben sadece yürüyorum. Oysa az evvel zihnim iki büklümdü, cenin pozisyonunda. Kaygılı ve ürkmüş. İşte tam da burada, o konuya geri dönüyorum. Ne kadar güzel hayal kurarsam bedenim ve ruhum da ona eşlik ediyor. Dans ediyor, sahilde yürüyor, yapmak istediği her şeyi yapabiliyor. Diri ve özgür hissediyor. Ama ne kadar kötü ve karanlık hissedersem ruhum kapana sıkışmış gibi oluveriyor. Korkmuş ve kaygıyla kalbini dinliyor. Ve etrafıma halka halka yayılıyor.
İşin bilimsel yanları işin ehillerinde ama ben sosyal mesafenin korunduğu şu günlerde kendi sürecime baktığımda korku ve ümit içerisindeyim. Bir an geliyor endişem tavana çıkmış sallanıyor, sonra bir an geliyor bütün hayatımı ve evimin içini umut sarmış. Git gel yaşamaya müsaade ediyorum. Kendimi tutup, ellerimi kalbime koyup “sakin ol, ben buradayım” diyorum. Burada ve nefes alıyor olmam beni rahatlatıyor. Konular yoğunlaştıkça ve olumsuz haberler duydukça moralim elbette bozulacak. Çünkü insan olmanın gereği bu. Olabildiğince izole ederek ilerlemeye çalışıyorum. Arkadaşlarımla fikir alışverişi yapmak bana güzel hissettiriyor. Diri olmak diriliği getirir. Sevgi ve muhabbet kalbi ferahlatır. İnanıyorum. Hep inandım. Bu günlere mahsus değil.
Geçip gideceğini bildiğim zor günlerde
evim sığındığım yer;
nefesim fark ettiğim  hazinem;
pusulam inancım;
varlığım desteğe muhtaç
desteğim Allah.
He bir de bu zor günler geçtiğimde sevdiklerime sarılacağım.
Bir kez daha anladım: “insan insana muhtaç”


8 Mart 2020 Pazar

Özgüven.

Psikodramada benimle bağ kuran sevgili arkadaşlarıma ithafen...


Avazım çıktığı kadar bağırarak başladım. Kollarımı uzattım, hafif titreyerek, evet evet, hafif soluk benizle ve arayarak birilerini, öylece beklemeden başladım. Aramak denildiğini çok sonraları öğrenecektim. Arıyordum, yokluğun bende yarattığı rüzgârda, bir şeyleri. Birisi mutlaka olmalıydı, var mıydı, ya da ben var mıydım? Gözlerim yumuktu, açsam şiddetli bir yumruk yiyeceğimden korkuyordum. Yumruğa ışık adını vermiştim. Işığı yokmuş gibi düşünmek istedim. Yoktu. Çünkü gözlerim sımsıkı kapalıydı, bedenim kilitliydi. Ellerimle yokladım. Yokladım. Yoklardı. Avazım çıkmaya devam etti. Ben vazgeçmeden nefesimi alıyor veriyordum. Alıyordum ve veriyordum. Hayattaki ilk alışverişimdi. Bedelini sonraları öğrenecektim. Kıymetli nefesimin alışverişlerinin bedelini. Çabucak geçtim. Ya da zaman çabuk gibi geçti. Ya da her neyse geçsin istemiş de olabilirim. Öylece geçtim. Çömelerek, sesimi de çömeltip, gözyaşlarımla devam ettim. İnci tanesini size tarif edemem ama kıymetli olduğunu öğrenecektim. İlerledi, aktı, aktı yanaklarımdan dudaklarıma. Aktı ve ben ellerimle sildim. Gözyaşlarımın uğurlandığı dakikaları bir merasim gibi izledim. Yanağımdaki sıcağın aslında içimdeki duygu selinin tezahürü olduğunu bilerek… Ağlamak, bir yumruğum çözümlenebildiğini hatırlatıyor. Ağlamak, kışkırtıcı düğüm çözülmesi. Ağlamak, anlamanın şenliği. Ağlamak, az sonra bahar geleceğinin müjdesi.
Koşarak yerlerini aldılar. Önüme dizildi duygularım. Ve işte, tam ayakucumda, yüce insanlarım. Duygularım toplaştılar. Korku geldi önce. Korku bir bıçak gibi mideme saplandı. Korkuyordum makamın yüceliğinden.  Hırstan, endişeden, kaygıdan, başarısızlıktan korkuyordum. İnsan olmaktan korkuyordum. Nefesim ritmini artırdı. Ben korkuyu bir hücreden çıkartır gibi, bağıra bağıra doğurdum. Boşalttım hücrelerimi. Korkudan arındırmayı öğrendim böylece. Korkuyu beklemenin ardına sığınmamayı öğrendim. Korkunun da kendisinin korktuğunu ezber ettim. Kendimi ondan nasıl ayırabileceğimi öğrendim. Bilginin zirvesiydi bu benim için. Kabına sığmaz bir duygu geldi, yapıştı boğazıma. “korkmuyorum ulan!” demeyi başararak, başladım koşmaya, duvarı aşarak kırlara. Gökyüzüne de olabilir, sonuçta bir metaforsa korku,  beni korkutmaya çalışan; korkmuyorum ulanlı bir geceden koşarak ayrıldım. Maviye, berraklığa, saflığa kim bilir, koşarak sarılmayı öğrendim sonra.  Yücelik makamını selamlayarak… Bilmek istedim makamın insanda yarattığı  duyguyu. Yücelik makamına yüceldim. Yücelmenin ne tuhaf bir şey olduğunu anlamalıydım. Anlardım. Hazırdım buna. Duvara tutundum. Hissetmeye çalıştım. Makamın objelerinde kaldım. Kaldım. Kalktım sonra. Anlamadım. Niye? Yani niye? Bağım yoktu, kopuktuk birbirimizden. Ve niye bu kadar zaman sonra anlıyordum anlamadığımı. Neyine güveniyordu bu makam? Kimdi bu makam? Bir duygu da olabilir, geniş düşünün. Ben düşündüm. Bulamadım. Siz bulun. Ben artık vazgeçtim.
Kalbime yücelmek. Yürümek mi demeliyim? Diyeyim. Kalbime yürümek.
Yürüdüm. Baktım mavi. Baktım şeffaf. Baktım heyecanlı. Baktım yürüyorum. Baktım nehir. Baktım cesaret. Baktım kabul. Baktım farkediş. Çocukluğuma bakıyordum. Saflığıma. Benden doğan cesarete. Bir topluluk karşısında konuşmama. Herkesin tüm hatalarımla beni olduğum gibi kabul edişine. Ve benim onlardan korkmadan ilerleyişime. Ağzımdan çıkan sözlerin kalbimle paralelliğine. Güven hissime bakıyordum. Kalbime yürüdükçe nasıl da güzel oluşuna her şeyin. Baktım gözyaşım, sevinç. Baktım ellerimde çiçeklenen dostluklar. Baktım sırtımdaki el melek. Baktım oturanlar yol arkadaşlarım. Baktım gökyüzü. Baktım yerdeyim. Şimdi ve burada. Sonsuz.


7 Şubat 2020 Cuma

Kabuk / Rabia Görmüş


                                         
Kapanıyor içime ince bir sızı
gök çağıldıyor, yerle bir oluyorum
Uzun bir yol bu, bilmediğim ırmak
sarı telli saçlarımdan bir tutamdır
annemin tanımadığım elleri

tutunduğum fotoğraflar, hep çok eski
sesini duymadığım kadına inanarak bakarken
tüm gücümle kışı iteliyor gibiyim
soğuk havada donmuş, telde asılı buz gibi
annemin sesi, yeryüzünün tanımadığım tüm sesleri sanki.
Dışarıdayım, annemin dışında,
kabuğunu tanımadan yaşamak desem
kükrüyor içimde sessizlik
kaç bedenin sahip olduğu bu hisle
yerle bir oluyor gönlüm,
yerimi yadırgamadan yaşamak desem?

Kabuk!
Öfkeli bir imla hatası, içimde.
Yara!
Kabuğun kaldırılma hikâyesi.
Annem!
Upuzun toprağın üstünde mezar taşı.
Gülümsemek!
Güneşin toprakla buluşması.
Özlemek!
Bir kuzunun aç susuz beklemesi.
Kavuşmak!
Belki…

Şubat 2015

Nar Ağacı Güzellemesi

İçimdeki acıyı tanıyorum. Uzun yıllardır içime çöreklenmiş olan o büyük acıyı. Kirpiklerimin enstrümanımın telleri gibi titreştiği o büyü...