31 Ekim 2011 Pazartesi

bilmiyorum

insanın ömrü bir yaşamadıklarıyla, bir de yaşadıklarıyla geçip gidiyorken; ellerimizdeki bir demet karanfilin dua niyetiyle başka ele uzanması düşüncesi hasıl olduğundan beridir beynimde, mihriban türküsünü dinliyorum. gözlerim doludoludoluveriyor. anlatmam namümkün.

ifadesiz, kıfayetsiz, yok hatta kıyafetsiz cümlelerim var. ucuna basmaktan korktuğum topuklu giyerekten yanımdakinin hizasına gelebilmeyi çokça arzu ettiğim günlerimin olacağını düşünmek düşüncesi hasıl olduğundan beridir sarı saçlarını, anlatmam namümkün.

27 Ekim 2011 Perşembe

KOYNUNDA MASAL SAKLAYAN ZAMAN / rabia görmüş

Yeni dünya düzeni, evet dereler özgür akmalıydı, sular kesilmemeli
içtiğimiz sularda kir pas, aşkın ikinci devresinde diğer yüzlerimiz
beni bilen bilirdi, olsundu, bu sonbaharda da çimenlere yatmayaydım
raporlu bir delinin izmaritinden almayaydım, fatmagülün suçu yoktu, öldü
Bizim elin günün tütününde gözümüz yoktu, kibrit kız, çizmeci çocuğu uzaktan
pamuk prenses redkiti yakından izliyordu, herkes yalancıydı,
ben izninizle ağlayacaktım, izinsiz ağladım, herkes mes’uddu.

kanter içinde gece, bir çay demle deyivereydim, ellerin titrerdi
alnımız açıktı, biz kararttık, dudaklarımızdan çıkan aşk dolu sözcüklerle
bir gerilim filmi gibi uslanmadan yazıyordu her bir beyin
çizmeci kız oluveriyordu, kibritçi çocuk
ellerimiz üşüyüveriyordu, olsundu, beni bilen bilirdi, hep ağlamaklı.

Aşk sarı saçlarını gülümseyen yüzüne takıp,
adına karamela sevgili dediklerinde yüreği sızlatan
bir sevgilinin dördüncü boyutu oluveriyordu, olsundu. Bilinmeyedursundu.

Ben kararttığımda içinizi, dünya gözlerime küçücük göründüğünde, seni unutmaya gayret ettiğimde, hiçbir telefonun öbür yüzüne çıkmayıp, gözlerden ırak gönüllere yakın bir serüvenin baş kahramanı oluverecektiysem,
niçin bunca zaman sonra
içime kuşku salan gölgelere hiçaldırmadan
şimdimle geleceğim arasında
kırmızı hırkalı çocuğun, lacivert eşarplı kıza tutkuyla aşık
olma ihtimalini düşünmedim ki.
Olabilirdi, gayet insandım, gayet kendimden emindim, gayet tavrım keskindi. Ama sonra
olur ya bir gün beni onun gömleğine dahi el süremeyecek kadar aşık bulursan
dilim tutuklu, gözlerim başkasına bakamaz, duam duam o kokuyorsa her yan
beni tüfengimiz gibi sakla,
beni dizinin dibinde. Öyle sessiz duruyorum zamanın ortasında.
Anla.

14 Nisan 2011 Perşembe

KURGUSAL ENFEKSİYON / RABİA GÖRMÜŞ

Vicdanının derin kuyularında sessizce bekleyenler, ağrıların gün yüzüne çıkacağından habersizdi. Bu kentte yaşamak, biraz zamansız olacak ama, kıyametin kopacağına yaklaşmak demekti. Issızlaştıkça daha çok anlayabilirdi insan ve nöbete kalan askerleri de düşünmek demekti bu. Yüzünde tebessüm dahi olmayan o mermerden Dolmabahçe bekçilerini ya da. Düşünelim diyorum, alt tarafı tenezzül buyuralım mesela.

Çünkü artık kızmıyorum telefonun diğer ucunda kendisinden yardım alıp teşekkür etmeyi dahi akıl erdiremeyenlere. Onlarında hakkı ki yaşamak. "na to kefari,na to mermari" yunanca bir atasözüymüş, ilgilenenlere.

Çünkü sıradan insan olmak için illa dişinin kovuğuna kaçan kırıntıları “cıkcık” diyerekten bir türlü çıkartamamak da gerekmiyor. Şu karşıdan gelen yarin yalın ayaklı hali gibi. Off! Beynime hükümsüzlük verileceği güne kadar sakin durmalıyım. Yontuyorlar mahzenimin ilk meyvesini sanki. Tık tık tık tık... Ağır ağır geliyor zaman üzerime ve saçlarıma ak ha düştü ha düşecek.

Yarın çok geç olmadan, üzerimdeki sinir halini yumuşaklığa çevir rabbim. Kolaylaştır işimi.

Tırnaklarımın derime geçiyor olması, dalgınca ellerimi başımda birleştirip etrafa baktığım sandalyemde oturuyor olmam, ağzında cak cak sakız çiğneyen kadınların tutkulu olduğunu zannettiği gülüşleriyle ilgilenmediğimi düşünüyordum. Başını kaşımaya fırsatı olmayanların, bu dünyada ruhsal sorunları olup olmadığı hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Olsundu, ben yine google’a girip bilmediğim isimlerin ne anlama geldiğinin merakını duyuyor olacaktım. Gece yarısı üzerime düştüğünü zannettiğim ateşimin, evet, sadece otuzaltıbuçuk olmasına bile tahammül edebilirdim, yükselmemişti çünkü. ‘Bana öyle gelen’ ne çok şeyi birden kurgusal enfeksiyon gibi algılayıp damarlarıma aldığımı da önemsiz buluyordum. Canım, kapalı çarşıda açık hava almak isteyen kokoş kadınlara, sıkılıyordu. Canım sıkılıp duruyordu, durup durup sıkılıyordu; kilo aldığım için, hayatıma fazlalıkları aldığım için, sürekli kurguladığım korkularım için, raprapraprap şeklinde adımlarım için. Evet sakız çiğnemeliydim cak cak. Bu, belki de bana çok daha iyi gelecekti. Hem artık yaşamak, dil ucuma gömdüklerimden daha fiyakalıydı.

Algı problemi olanlara müjdeli haber!

Kara kutusunu açtırdığımda, düşen uçağımın, kalp evimin padişahı sandığım adama söyleyecekleri vardı. Kadınların iç sesleri cızırtılıydı ve çocukları basbas bağırıyorlardı. Karnına ağrı gireni mi dersin, uğuldayan kulaklarını tıkayanı mı? Oh olsundu, hiçbir şeyin basit, hiçbir yolun düz olduğunu göremeyesicelerdi. Ritmik şekilde ezberliyordum oysa duyduklarımı:

“tavana dikili gözlerimden akan yaşları silmede silme. Silmede silme. Oy oy. Bir nöbet günü gelir de görürsün, olması neymiş istemediklerinin. Oy oy.”

Bir teşhis koyuyorsanız, tüm sebepleri de beraberinizde götürdüğünüzü bilmelisin.

Kartpostallardaki renkleri uyumsuz bulduğum bir sabah, ezan sesiyle şenlenen seherime ramak kala avuçlarımın sevincini aktaramam buralara. Çok kaba tabirlere giremem sırf anlatabilmek uğruna. Ki nakış nakış işleniyor vurgulu sessizlik odama. Bırakalım böyle gitsin. Ne dersiniz? Evet değil mi! Evet evet böyle gitti, gittiği yere dek. Sonra vapur geldi, ben uzaklaştım o limanlardan. Seherlere açtım ki yelkenlerimi, 'hoşçakal' dememeliyim el sallayanlarıma.

Üstü kalsın, geri kalanını bozdur bozdur harca, ömrünün. Ya da “Lâ Havle” enerjisi al gönlüne. Kuvvet dile, Sahibinden.

Kaldı ki, teşebbüs ettikleri yaralar, günah bazındaysa, insanı.

Kalakalıyorum gün doğarken ve ben aslında ömrümün en güzel sabahlarını onunla uyanacağıma inanarak büyüdüm. Henüz gelmedi. Yüzümdeki sivilcelerin sebeplerini de böylelikle açıklamış buluyorum. Kahve bile ısmarlarım her sabah ve her akşam ve her yanımdalığının şerefine. Hiç uykum gelmez bir baharı onunla beraber düşlerken. Sonsuz bahar düşlerken, güçlü bir ırmak gibi ömrümde onu düşlerken… Üşümeden kar topu, üşümeden cadde, üşümeden buzlu soda içebilirim, cehennem mevsimlerinde. Gün gibi doğacaksın ya hani, olacakları kestiremeyecek kadar çok gürültülü düşünmelisin.

Saçma mı buldum?
Haliç geldi aklıma, Boğaziçi, karayı karaya kavuşturan yol haritaları da mı saçma. Trafiğini tıkıyorsun, düşüncelerimin. Ölüm gibi.

Korkularının üstüne yürüyemeyen insanların, omuriliğinde olduğunu sandığı sıcak sıvı, onları hiç terk etmez. Oysa yenilen korkunun kirpiklerine toz kaçırır da düşünceler, yaşarır gözleri. Bilesin!

'Ahh’ et. Ahh, 'masumum ben' de. De, hani bana anlattığın gibi, ‘seni kimler aldı, kimler yaşatıyor seni’!

Ondan bahsetmeyelim, vazgeçelim ondan. O, bir kabus gibi her köprü başında ses olup uğuldayan, insanımsı birşey gibi. Hiç korkmayalım ondan, bir gülümsemeyle bilmem kaç sayfalık mutlu olma sanatını anlatan kitaplar okuyalım. Belki baharın ilk çiçeği gönlümüzdedir de, göremiyoruzdur.

Reçetesini kendinin yazdığı bir hayat düşlüyorsan Allah’a kaç. Kurgusal enfeksiyonun kesin çözümü.

Rahatlamalıydım, gece üzerime geliyordu. Oysa vahyin mutlu olmakla birebir bağlantılı olduğundan da haberdârdım.. Bilmek bazen canımı daha da yakıyordu. Çünkü umut ile korku arasında idim. Çünkü insandım. Çünkü tevekkül.

Çünkü:
“Allah sınırları aşanları sevmez” (maide 87)

Çünkü:
“Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar”(nisâ 124)

Hepsinden önemlisi eşrefi mahlukâttım, yanılgılardan kurtulabilmek adına ışığa bir adım daha attım.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Bak Burası Çok Ağlamak, Bak Burası Dünya / Rabia Görmüş

Ha bir de İstanbul var, birden aklımı çeliyor. Yâr sözü, salına salına, vapurlarda geliyor. Ne vakit düşlesem bu kentte yalnızlığı, kendimi kalabalıkların tam ortasında buluyorum. Bir fotoğraf karesine, ustalıkla tüm kenti sığdırıyorum.

Başını kaşımaya bile fırsatı olamayan, ellerinde çantaları, gözlerinde mutlak bir anlamı olduğuna inandığımız -güneşsiz havada takılmış- güneş gözlükleri, kravat tam takır, cepler kuru bakır, ‘siyah giyme toz olur, beyaz giyme söz olur’ cinsinden adamların dokunmazlığıyla yürüyoruz; aslında tamamen evrensel düşünmeye zorlanıyorsam da, modern çağın ruhsal tekerlemeleri eşliğinde bir şeyler içmek de fena olmaz hani. Şerefine dünya dedikleri kiminin kabusu, kiminin cenneti. Ey!

Şimdi yokum. Şimdi bir tepeden size sesleniyorum. Şimdi Arnavut kaldırımlarında bir şarkıcının dilenerek kendini ifade ettiğinin melodisiyle ayılıyorum. Boğaz görünüyor. Yâr görünmüyor. Usulca eğilip, kendimle baş başa kaldığım bir limandaymışcasına, gözlerimi avuçlarımla siliyorum. Kadınların bir mendilde ne çok şey biriktirdiğini anlatmamın doğru olmayacağını bildiğimden beridir hep suskunum. Susuyorum.

Öyle kesik kesik öksürmelerle bir şeyin ifade edilmeyeceğini bildiğim beridir gülümsüyorum ve bir kişinin sağırmışcasına olanları duymak istememesi dahilinde kulaklarını tıkamasının gerçeğini değiştirmediğini biliyorum. Bir adam tüm bunlardan sıkılıp kendine bir silahı doğrultabilir, beynine dayayıp tetiğe davranabilir. Ama bir kadın her zaman ikinci bir yöntemin beşiğinde tıngır mıngır sallanadurur. Ve.

Avunmak, tüm köşelerini kaplamıştır ruhumuzun. Yanılgılarımız törensel bir havada, asker ritmi eşliğinde az sonra mezara girecekmişcesine bizleri hüzünlendirir. Gerçek ayan beyan kendini göstermiştir, ama yine de… Sahiden burası dünya!

Burası masal ülkesi! Gökten bir şeyler düşüyor:

Avunmak, bir gülücüğün arkasına saklanmak, yüzünü saklamak için ellerine sığınmak, iç sesini duymamak için şarkılar mırıldanmak.

Burası çok fazla ağlamak.

25 Ocak 2011 Salı

dinmek

"yağmaktan bıkmış bir yağmur gibi dindim" baki ayhan t.

artık zamanı gelmişti, durup durup ağlamakları terkettim. çünkü insanın hayatındaki en önemli şeyin aslında kendisi ve dolayısıyla ahireti olduğunu bildiğimden olsa gerek ki, uzun yolculuklara çıkıyorum kendimce. bırakmıyorum kendimi tek başına örneğin.
sabahın erken saatlerinde kalkmayı seviyorum, mutlu değilim belki, çok sevinçli değilim evet ama kötümserde olmayacağım artık. allahın izniyle. dindim.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Gök Sancısı / Rabia Görmüş

şehir ikiye bölünüyor, gök ikiye, kol kola girmiş çocuklar ikiye
müzikler susmuş oluyor çoktan, mart bir başka baktırıyor ömrümüze
uzuyor gece; kalan hesaplaşmaları yapan ellerimden kan sızıyor
bir başka şekle dönüşüyor her şey, şehre küskün çocuklar giriyor

yollar uzuyor, kolları uzuyor ahtapotların, ağustos böcekleri şımarıyor
gidenlerin yerine büyük boşluklar getiriliyor, gülümsemek mütemadiyen
imzası tabiatın, gürlemesi göğün, hepsi bir yağmurun incinmesinden
köprülerden, kayalıklardan, uçsuz bucaksız denizden geliyorsun
bir kertenkele gibi sızıyorum içeriye, kör oluyorum, bilmek ağır geliyor
kapılar gıcırdıyor, yüzün asık akşamüzerleri, bileti kesiliyor filmimizin
umut kokuyor dokundukların, mırıldanışın esiyor, bir de dudaklarındaki sözler
tütünler biriktiriyorum, kurşunlar biriktirir gibi, her içtiğimde ödüm kopuyor
hayal gibi, bir tünelden gelip, durduğun eşiklerden bakıyorsun
tek gözlü ejderha oluyorum, dilime sürüyorum od’unu aşkın
önüme geçiyor zaman, ölüme gidiyorum, bir yanım yanına katışmış.

denedim, uzak diyarların çağrılarına kapılıp gitmeyi, ateş böcekleri susmadı
ikiye böldüm kendimi, seni prova ettim bir yarımla, başımı öne eğdim
büyük adamları seyrettim, gözümde büyüttüklerimi sonra, sonra hızla kaçışarak
ıslandım, yağmur incindikçe, incittikçe ruhumu, izledim ışıltılarını kaldırımların
hepsi gülümsedi, camlardan, perdelerin arkalarından, merdivenlerden
yılan başlı kadınlar eşiklerden, satırlardan, kara listelerden
seyrettim kalbime koyduğun aynalardan kendimi
küçüldüm, parçalandım, toplayamamaktan korktum özümü

bir rüya sonra, nokta, son nokta, sonsuz nokta, derin anlam
kıyama durdum, büküldü kalbim, ellerimi yumdum ellerin
bekleyiş, sivri kayalar, gittiğinde ikiye bölünen şehir, mezarlıklar
tam burada bekledim, tümsekten gözetledim gelişini
seni denize göndermenin sonsuz korkunçluğuyla
parçalarımı topladım, özümü gülümsettim, güneşini ekledim göğsüme

bir rüya sonra, geldin, küçük bir evin sonsuzluk bahçesinde
uyandım, bir nokta, son nokta, sonsuz nokta, derin yara
kanayarak, bir veda havasıyla susamışlığa bezenerek
uğurladım hüznü, ağır aksak bir lehçeyle sevdim sonsuzluğumuzu
toparlayıp bölük pörçüklüğümüzü Allah’a ısmarladım









4 Ocak 2011 Salı

İçedöküm

Uzanıp gökten bir bulutu alamadığım gibi, günlerim öyle geçiyor. Seni bir kürsünün ötesinden sessizce izliyorum. Notsuzluğum, sonsuzluğum, yol yordam bilmediğim zamanlarımda gelen gemim, dalgalanan gönlüm, hızla liman, hızla bilet, hızla haydarpaşa.
Adına hiçbir anıt yok, sözlerine hiçbir şek düşmemiş. Güneş aydını yüzünde tebessümü eksik etmemiş rabb. Uzanıp bakıveriyorum aralığından zamanın:

başımı kaldırıyorum zaman tüneli. grift sancı. köprülerde ayrılık. içime çöken hüznün ardı arkası yokken, tam da işte bu yüzden, rüzgarla savaşıyorum. yelkenler fora. nasıl yenildimse, kalkıp yeniden yürümem gerektiğine kanaat getirerek:

-düşman değiliz. yaptıklarımızın karşılığı olarak soğuk hava yiyoruz. uçsuz bucaksız bir gök, uçsuz bucaksız bir ses, uçsuz bucaksız ölüm ve dirim. korkmuyoruz, korktuklarımızdan emin olunca elbet. böyle kederli oluşumuz, sonsuz bir paylaşımın bölük pörçük olduruluşundan; ellerimizin açtığı yaraları dünyamızla ödüyoruz. iyi ki de dünyamızla ödüyoruz. ve umuyorum yanılmıyorum ki, dünyamızla ödüyoruz.

ahh aşk. kaç harf. kaç bucak. kaç şehir. ismiyle müsemma. kavuşamamak dedim.başka da birşey diyemedim.

-bildim işte, bildim. gözlerimden yeşilin akıyor. senin olanımı tutamadığım aşka veda edesim geliyor. tıkanıyorum.

bir daha ağlasan, ben mecnunun olacağım. tırnak içinde seni özelleştirdim.

Nar Ağacı Güzellemesi

İçimdeki acıyı tanıyorum. Uzun yıllardır içime çöreklenmiş olan o büyük acıyı. Kirpiklerimin enstrümanımın telleri gibi titreştiği o büyü...