“Ona hak ettiği zamanı ver”
Satırların altını özenle çizdim ve biraz karşısına durup izledim. Ona hak ettiği değeri ver. Son zamanlarda etrafıma baktığımda ‘hakettiği değeri veriyor muyum?’ diye sorguladığım bir takım şeyler oluyor. Ya da bir sanat eseri izlerken, sanatçının aktarmak istediği ile benim algıladıklarım arasında nasıl bir bağ kuruluyor. Bir romanı bir yazara sorduğunuzda belki günlerce uykusuzca bir cümleyi düşünüyor, sabah uyandığında gece yatarken, su içerken, yürüyüşe çıkarken, alışverişte… Ne çok şey var hayatta takip etmemiz gereken ve yapmaya gönüllü olduklarımız ve en çok da haz aldığımız şeylere baktığımda, ‘ona hak ettiği değeri verdiğim’ şeylerle haz aldıklarım arasında karmaşa yaşayabiliyorum. Soluklanıp çerçeveye bakmak çoğu zaman güzel bir yöntem oluyor. Çerçevelendirilmiş taslağıyla baktığımda hak ettiği değeri verdiğim noktasına gelebilirliğimi gözlemliyorum.
Spinoza Problemini okurken Yalom’un anlattıklarından bana aktarılanlar oldukça fazla ve çarpıcıydı. Etkilenerek okuduğum roman, Yahudilikten aforoz edilen Spinoza ve Alman Nazisinde yaşamı boyunca önemli bir yer alma arzusuyla yanıp tutuşan Rosenberg üzerinde gelişiyor. 17. Yüzyılda Spinoza kendine verdiği dürüstlük sözüyle yaşamını şekillendirirken, 20. Yüzyılda Rosenberg biri tarafından görülme arzusuyla kendisini dahi şaşırtacak bir güvenme ihtiyacıyla karşımıza çıkıyor.
“Dünyada kendi vicdanımdan başka bir gücün peşine düşmeyeceğim” diyor Spinoza, kardeşlerinin onu yadırgayan bakışlarıyla karşılaşmış olsa da. Yeteneklerine rağmen değil, yetenekleri sayesinde bu yolu seçtiğini görüyoruz. Ve bir granit gibi karşısında duran kardeşlerinden ayrılacağını bile bile kendi seçtiği yolda ilerlemek adına Yahudi geleneğine göre “herem” denilen aforoz işlemine hiçbir itirazda bulunmuyor. Kısa süren yaşamına baktığımızda da hayatı boyunca yalnız olduğunu görüyoruz.
Ve tabi ki onun aforoz edilmesine sebep olanlardan Franco ve Jacob ile diyalogları üzerine başlarda oldukça duruluyor. Onların Spinozaya soruları karşısında emin cevaplar vererek Tanrı ile olan ilişkisinden bahsettiğini görüyoruz. “Bizim görevimiz, sevgi dolu bir hayat yaşayıp Tanrı’yı öğrenerek mutluluğa şimdi ulaşmaktır” diyor bir yerde. Ve karakterin kader olduğunu, özgürlüğün bir bedeli olduğunu, sorgulamadan körü körüne inanmanın bir hastalık olduğunu öğreniyoruz Spinoza’dan.
Babasının kendisi hakkında bir haham olma hayallerini de suya düşeren biri oluyor ve babasının isteğine itaat etmeyerek onursuzca bir davranış mı sergilemiş oluyor? Bunu sorgularken buluyoruz kendimizi.
Diğer yandan 20. yüzyılda Rosenberg’in arayışlarına eşlik ediyoruz. Öğretmenlerinin, yahudi karşıtı söylemlerinden ötürü kendisine ceza verdiğini görüyoruz ve Alman asıllı Goethe’nin dünyasındaki Yahudi asıllı Spinoza’ya ışık tuttuğu bir ödev oluyor cezası. Hayatta bazen bir yol açılması hali vardır. Bir şeye, başka, anlamsız sandığımız bir şey, yol açar. Bir kapıda diyebiliriz buna. Hiç beklemediğimiz bir anda bir düşüncenin gelişi ve Rosenberg Goethe’ye hayrandır. Ve öğrenir ki, Goethe Spinoza’nın Etika’sını bir yıl cebinde taşımıştır. Bizi parlatan ve bize haz veren, ilham olan yazarların yaşamlarına değen başka fikirdaşların varlığını bilmek kıymetlidir. “Aa bunu o da okumuş mu?” şaşkınlığı diyorum ben buna. Her insanın kendinden hayata kattığı ve hayattan kendine aldığı katkılar bambaşka. Ve birbirimizden ilhamla ne çok şeyden etkileniyoruz, diye düşünmeden edemiyorum. Rosenberg Yalom’un kurgusunda Goethe’nin hayran olduğu Spinoza’ya çok temas edemese de, etkileşimleri olmuş. Ve Rosenbergin abisin yakın arkadaşını yıllar sonra karşısında gördüğünde bir hasreti depreştiğini gözlemliyoruz. Friedrich’in karşısına çıkmasıyla yuva kavramına sarıldığımızı hissediyoruz. Sevilmemeyi, hep bir yabancı olmayı hatırladığını ve aileden olmak için neler gerekli olduğunu bilemediğini fark ediyoruz. Romanda her kahramanın kendi içsel dünyasındaki hesaplaşmalarını ve 17. Yüzyıldaki duygularla 20. Yüzyıldaki duygular karmaşışının içerisinde gelip gidiyoruz.
Yüzyıllara böyle bir eserden bakarken, başta konusu geçen “hak etme” kavramı hakkında çok büyük ilhamlar aldığımı söyleyebilirim. Bir duygunun düşünceye bağlanması, düşüncenin kelimelerle ifade bulması, kurgulanması ve yazıya aktarılması, zamanın kıymetini de bizlere vermektedir. Her emeğinin bir zaman dilimde ortaya çıkışı ve karşılık bulmasının çok kıymetli olduğunu düşünmekteyim. Spinoza Problemi kitabını bitirip masamda kapağını kapatıp tekrar baktığımda bir eserin insana nasıl büyük hazlar verebildiğini görmek ve üzerinde düşünüp konuşmak insanın hem kendisine hem de sanatçıya verilen bir teşekkürdür.
Bir romanın en çarpıcı yönü karakterlerin yaşamlarımıza değdiğindeki tılsımının etkileyiciği olduğunu düşünmekteyim. Bu bağlamda Spinoza Problemi bende şu soruları bıraktığını farkediyorum. Size ilham olması dileğiyle:
Başkalarının etkisinden kurtulmak, dengeyi sağlamak, disiplinli düşünce şekliyle hareket etmek, hayatımın diğer yüzyıllara aktarılabilecek bir olay örgüsüyle neye ve ne şekilde hizmet ettiğini kurgulamak, herkesin kendini bulmaktan geçtiği bir dünyada var olmak mümkün ve olası mıdır?
20 Aralık 2024 Cuma
24 Ekim 2024 Perşembe
BANA ELLERİNİ VER
Ellerinin kıvrımlarına şaşkınlıkla bakan kadına döndü, “nasıl istiyorsan öyle. Aptallık kime göre, neye göre…Kendi yaratımlarımızı zihnimiz kurguluyor ve biz oynuyoruz. Bize adeta bir kuklaymışız gibi, neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösteriyor. Kendi hayat sorumluluğum benim elimde ve buna yalnızlık dersem yanlış olur. Aynı frekansta olmadığımız onlarca insanla bir arada olmayı seçmek de büyük bir yalnızlık olmaz mı?” diye sordu.
Kalabalıklar içinde yapayalnız olan kadın, adamın cümlelerini düşünerek pencereden geçen buluta baktı. Az sonra o da yerinden kalkacak ve bulut gibi dönecekti kendi iç dünyasına. Ama şimdi, önünde duran hafif açık çayına bakıp, incelediği parmaklarını kuruyemiş tabağına uzattı. Kavrulmuş badem, kaju, fındık, fıstık ve kenarlarında alman çikolatalarıyla süslenmiş tabaktan sadece bir adet badem aldı. Dudaklarına değen tuzun getirdiği o hisle kavrulmuş bademi ağzına sakinlikle ve hissederek attı. Bazen çok büyük olmasına gerek olmayan bir “durma pratiği” idi bu. On yaşındaki yeğeniyle yaptıkları zeytin yogası pratiğini anımsayıp gülümsedi. Zeytinin tadının ilk defa daha farklı ve daha özenli aldığı o anı anımsadı. Oradan yaz geceleri ateş böceklerinin seslerine ve uzaktan gelen denizin kokusuna gitti zihninde. Bak işte zihnimiz nasıl oyunlarla bizi oradan oraya götürüyordu, az evvelki konuşmayı anımsadı. “Eskisi gibi değiliz, yalnız hissediyorum, aptal gibiyim”
Özlüyordu kadın. Neyi özlediğinin farkında değildi ve saçlarına götürdü ellerini. Saçlarını okşayarak parmak aralarından geçirdi, elektriklenen saçlarını toplar gibi bir araya getirip saldı. Adamın uzandığı dışı deri kaplı kupanın içinde demli bir çay vardı. Bir yudum alıp tekrar koltuğa yaslandı. Ve devam etti: “nasıl istiyorsan öyle. Bazen olmaz sanırsın, seni anlıyorlardır ama sana yardım edemezler. Aynaya baktığında manyak bir adam görürsün, ya da kadın. Aynada kendini tanıyamaz, kendine zaman ayıramadığın için dertlenir ama bir şey yapamazsın. Tüm dünya bir araya gelmiş seni çekiştiriyordur. Izdırap içindesindir, borçlar, sorumluluklar, yaşayamadığın aşklar ve beklentiler. Hele ki ortası yoksa duygularının, ifrat ve tefride gidiyorsan tehlikedesindir. Seni ele geçiren duyguların esaretinde zifiri karanlıkta debeleniyorsundur. Burada da kendi hayatının sorumluluğunu almak durumundasındır. Akşamın sabahı vardır, derler. Kalabalıkların içinde yalnızlıklar, yalnızlıklarda kalabalıklar. Matruşka.” diyerek kadının burnunu okşadı ve gülümsedi. Kadın burnunun okşanmasından hoşlanmıyordu ama söylemedi. “Özlediğinin farkındayım, ben de seni özlüyorum. Hayat koşullarımızda özlemek de sevdaya dahil” dedi adam. Masadaki tabaktan çikolata alıp gülümseyerek keyıfle kadına baktı. “Ye” dedi. Kadın omuzlarını silkti ve narin bir edayla “beni neden yalnız bırakıyorsun?” dedi. Birkaç dakikadır anlattığını düşünüyordu adam ve aynı yerde duruyordu kadın. Kuruyemişler aynı dolulukla masada, çaylar biri açık biri demli. Radyoda çalan “bana ellerini ver” şarkı sözleri ile sustular.
Bir süre sonra kadın adama yaklaştı ve “bana ellerini ver” dedi. Adam uzun parmaklarının arasında duran narin parmakları okşadı. “Süregelen bu koşturmacada bu anların önemi çok derin.” Dedi. Dışarıda hava soğuktu ve evlerinde olmanın mutluluğuyla birbirlerine baktılar. “Hayat aynı yerde farklı düşüncelerin harmanlanmasıyla oluşan bir senfoni gibi” dedi adam. “Sanıyoruz ki hepimizin hayatı kendimizinkinden daha muhteşem. Kendi yanılsamalarımızda kendi aynamızdan bakarak bir hayranlık duyuyoruz. Karşımızdaki ilişkilere, iletişimlere, bakışlara, fikirlere… Oysa ne kadar da birbirimizin farklı versiyonlarıyız. Parmak izi gibiyiz şu dünyada. Dolayısıyla sen benim biricik parmak izimin biricik sevgilisisin” dedi. Kadın parmak uçlarına bakıp “sinyalleri doğru okuduğunda seni ele geçiren o ağır yükten ya da yalnızlık hissinde sağaltmış oluyorsun ruhunu. Yalnızlığın, özlemenin, kırılmanın arkasındaki dinamiklerin endişe vericiliğine bakıyorum. Sonra olanın bu durumu kabul etmekle sağaltılabildiğini gözlemliyorum.” Dedi. Adam püs dikkat dinliyordu. Sonra sıradaki şarkıya geçti radyo: “dönüp dolaşıp yine sana geliyor içimdeki her konu” Kadın gülümsedi. Ellerinin kenetlendiği ellere bakarak…
Kalabalıklar içinde yapayalnız olan kadın, adamın cümlelerini düşünerek pencereden geçen buluta baktı. Az sonra o da yerinden kalkacak ve bulut gibi dönecekti kendi iç dünyasına. Ama şimdi, önünde duran hafif açık çayına bakıp, incelediği parmaklarını kuruyemiş tabağına uzattı. Kavrulmuş badem, kaju, fındık, fıstık ve kenarlarında alman çikolatalarıyla süslenmiş tabaktan sadece bir adet badem aldı. Dudaklarına değen tuzun getirdiği o hisle kavrulmuş bademi ağzına sakinlikle ve hissederek attı. Bazen çok büyük olmasına gerek olmayan bir “durma pratiği” idi bu. On yaşındaki yeğeniyle yaptıkları zeytin yogası pratiğini anımsayıp gülümsedi. Zeytinin tadının ilk defa daha farklı ve daha özenli aldığı o anı anımsadı. Oradan yaz geceleri ateş böceklerinin seslerine ve uzaktan gelen denizin kokusuna gitti zihninde. Bak işte zihnimiz nasıl oyunlarla bizi oradan oraya götürüyordu, az evvelki konuşmayı anımsadı. “Eskisi gibi değiliz, yalnız hissediyorum, aptal gibiyim”
Özlüyordu kadın. Neyi özlediğinin farkında değildi ve saçlarına götürdü ellerini. Saçlarını okşayarak parmak aralarından geçirdi, elektriklenen saçlarını toplar gibi bir araya getirip saldı. Adamın uzandığı dışı deri kaplı kupanın içinde demli bir çay vardı. Bir yudum alıp tekrar koltuğa yaslandı. Ve devam etti: “nasıl istiyorsan öyle. Bazen olmaz sanırsın, seni anlıyorlardır ama sana yardım edemezler. Aynaya baktığında manyak bir adam görürsün, ya da kadın. Aynada kendini tanıyamaz, kendine zaman ayıramadığın için dertlenir ama bir şey yapamazsın. Tüm dünya bir araya gelmiş seni çekiştiriyordur. Izdırap içindesindir, borçlar, sorumluluklar, yaşayamadığın aşklar ve beklentiler. Hele ki ortası yoksa duygularının, ifrat ve tefride gidiyorsan tehlikedesindir. Seni ele geçiren duyguların esaretinde zifiri karanlıkta debeleniyorsundur. Burada da kendi hayatının sorumluluğunu almak durumundasındır. Akşamın sabahı vardır, derler. Kalabalıkların içinde yalnızlıklar, yalnızlıklarda kalabalıklar. Matruşka.” diyerek kadının burnunu okşadı ve gülümsedi. Kadın burnunun okşanmasından hoşlanmıyordu ama söylemedi. “Özlediğinin farkındayım, ben de seni özlüyorum. Hayat koşullarımızda özlemek de sevdaya dahil” dedi adam. Masadaki tabaktan çikolata alıp gülümseyerek keyıfle kadına baktı. “Ye” dedi. Kadın omuzlarını silkti ve narin bir edayla “beni neden yalnız bırakıyorsun?” dedi. Birkaç dakikadır anlattığını düşünüyordu adam ve aynı yerde duruyordu kadın. Kuruyemişler aynı dolulukla masada, çaylar biri açık biri demli. Radyoda çalan “bana ellerini ver” şarkı sözleri ile sustular.
Bir süre sonra kadın adama yaklaştı ve “bana ellerini ver” dedi. Adam uzun parmaklarının arasında duran narin parmakları okşadı. “Süregelen bu koşturmacada bu anların önemi çok derin.” Dedi. Dışarıda hava soğuktu ve evlerinde olmanın mutluluğuyla birbirlerine baktılar. “Hayat aynı yerde farklı düşüncelerin harmanlanmasıyla oluşan bir senfoni gibi” dedi adam. “Sanıyoruz ki hepimizin hayatı kendimizinkinden daha muhteşem. Kendi yanılsamalarımızda kendi aynamızdan bakarak bir hayranlık duyuyoruz. Karşımızdaki ilişkilere, iletişimlere, bakışlara, fikirlere… Oysa ne kadar da birbirimizin farklı versiyonlarıyız. Parmak izi gibiyiz şu dünyada. Dolayısıyla sen benim biricik parmak izimin biricik sevgilisisin” dedi. Kadın parmak uçlarına bakıp “sinyalleri doğru okuduğunda seni ele geçiren o ağır yükten ya da yalnızlık hissinde sağaltmış oluyorsun ruhunu. Yalnızlığın, özlemenin, kırılmanın arkasındaki dinamiklerin endişe vericiliğine bakıyorum. Sonra olanın bu durumu kabul etmekle sağaltılabildiğini gözlemliyorum.” Dedi. Adam püs dikkat dinliyordu. Sonra sıradaki şarkıya geçti radyo: “dönüp dolaşıp yine sana geliyor içimdeki her konu” Kadın gülümsedi. Ellerinin kenetlendiği ellere bakarak…
13 Ekim 2024 Pazar
AÇIK KAPI
-Alaçatı notları-
Denizin uçsuz bucaksız izlenebildiği, suyun sükunetle hemhal olduğu, karşı kıyılarda dağların siluetinin bir resim tablosunu anımsattı o yazlık sahilindeydiler. Girilmez ibaresi olmayan fakat halatlarla kapatılmış iskelenin önünde durdular. Arkadaşına “şurada otursak nolur” diyerek baktı, arkadaşı tereddüt etse de ikisi de birbirlerine baktılar ve halatların alt kısmından eğilerek iskeleye geçtiler. Bir yandan denizin içine doğru sıralanmış tahtalara basarken bir yandan gizli bir yol katediyor olmanın heyecanıyla ilerlediler. Şezlonglar yazdan kalma ve nizami sıralanmalarıyla denizi selamlıyordu. İskelenin t şeklini andıran kısımlarından sağında biri, solunda biri oturdu ve gölgeye gelen bakışlarını denize uzattılar. Hem yan yana hem ayrı ayrı yansıyan duygularını izliyor gibiydiler. Kısa süre önce buraya girebileceklerini dahi düşünmemişlerdi ama işte şu an denizin içinde ve şezlongun üstünde bacak bacak üstüne atmış mis gibi tuzlu suyu kokluyorlardı.
Dalga seslerinin eşliğinde rüzgarın sesi, uzaktan geçen motorların sesi, martıların sesi dans ediyordu. Mavi alabildiğince mavi, yeşil alabildiğince yeşildi. En son ne zaman oturup denizi izlemişlerdi, bilemiyordular. Yeşil elindeki kitabın fotoğrafını çekiyordu, buraya girmeyi teklif eden Deniz ise isminin müsebbibi denizin maviliğine dalmıştı.
“Deniz” dedi, Yeşil. Biri geliyordu, yaklaştığını fark ettiğinde artık yanlarında olmasına birkaç adım kalmıştı. Genç adam belli ki iskelede görevli biri idi, Yeşil’le konuştuklarını Deniz duyamamıştı . Deniz bir denize, bir güneşe, bir garsona bakakaldı. Eline yeni aldığı kitabın kapağını açamamış, sadece izliyorken toparlandı ve yanlarına ulaştı. Yeşil teşekkür etti, garson geri döndü yürümeye başladı. Ve Deniz ne olduğunu sorarcasına başını ve bakışlarını Yeşile uzattı. “Burada oturmanın bedeli beşyüz tl imiş” dedi. “E o zaman bize müsaade” dedi Deniz. “Şuradaki çay bahçesinde bir kahve içmeye ne dersin?”
Deniz ile Yeşil iskeleden karaya doğru yürürlerken halatların açıldığını gördüler. Deniz Yeşile bakıp gülümsedi. “Bazen sınırları zorlamak, kapıları açtırabilir miymiş?” diye sordu Deniz. Yeşil tatlı tatlı gülümsedi. Çay bahçesine bakıp “ orada olmak da hayata dahil” dedi. Arkalarında bıraktıkları dünyanın verdiği neşe ile yollarına devam ettiler.
Bir halat nasıl çözülür ve tercihler nasıl dönüşür, bunu deyimlediler.
Denizin uçsuz bucaksız izlenebildiği, suyun sükunetle hemhal olduğu, karşı kıyılarda dağların siluetinin bir resim tablosunu anımsattı o yazlık sahilindeydiler. Girilmez ibaresi olmayan fakat halatlarla kapatılmış iskelenin önünde durdular. Arkadaşına “şurada otursak nolur” diyerek baktı, arkadaşı tereddüt etse de ikisi de birbirlerine baktılar ve halatların alt kısmından eğilerek iskeleye geçtiler. Bir yandan denizin içine doğru sıralanmış tahtalara basarken bir yandan gizli bir yol katediyor olmanın heyecanıyla ilerlediler. Şezlonglar yazdan kalma ve nizami sıralanmalarıyla denizi selamlıyordu. İskelenin t şeklini andıran kısımlarından sağında biri, solunda biri oturdu ve gölgeye gelen bakışlarını denize uzattılar. Hem yan yana hem ayrı ayrı yansıyan duygularını izliyor gibiydiler. Kısa süre önce buraya girebileceklerini dahi düşünmemişlerdi ama işte şu an denizin içinde ve şezlongun üstünde bacak bacak üstüne atmış mis gibi tuzlu suyu kokluyorlardı.
Dalga seslerinin eşliğinde rüzgarın sesi, uzaktan geçen motorların sesi, martıların sesi dans ediyordu. Mavi alabildiğince mavi, yeşil alabildiğince yeşildi. En son ne zaman oturup denizi izlemişlerdi, bilemiyordular. Yeşil elindeki kitabın fotoğrafını çekiyordu, buraya girmeyi teklif eden Deniz ise isminin müsebbibi denizin maviliğine dalmıştı.
“Deniz” dedi, Yeşil. Biri geliyordu, yaklaştığını fark ettiğinde artık yanlarında olmasına birkaç adım kalmıştı. Genç adam belli ki iskelede görevli biri idi, Yeşil’le konuştuklarını Deniz duyamamıştı . Deniz bir denize, bir güneşe, bir garsona bakakaldı. Eline yeni aldığı kitabın kapağını açamamış, sadece izliyorken toparlandı ve yanlarına ulaştı. Yeşil teşekkür etti, garson geri döndü yürümeye başladı. Ve Deniz ne olduğunu sorarcasına başını ve bakışlarını Yeşile uzattı. “Burada oturmanın bedeli beşyüz tl imiş” dedi. “E o zaman bize müsaade” dedi Deniz. “Şuradaki çay bahçesinde bir kahve içmeye ne dersin?”
Deniz ile Yeşil iskeleden karaya doğru yürürlerken halatların açıldığını gördüler. Deniz Yeşile bakıp gülümsedi. “Bazen sınırları zorlamak, kapıları açtırabilir miymiş?” diye sordu Deniz. Yeşil tatlı tatlı gülümsedi. Çay bahçesine bakıp “ orada olmak da hayata dahil” dedi. Arkalarında bıraktıkları dünyanın verdiği neşe ile yollarına devam ettiler.
Bir halat nasıl çözülür ve tercihler nasıl dönüşür, bunu deyimlediler.
18 Mayıs 2024 Cumartesi
KİRAZ'IN RÜYASI
Kalkıp doğruldu yatakta. Karanlıkta el yordamıyla telefonunu bulup düğmesine bastı ve saatin 02:43 olduğunu gördü. Henüz bir saat olmamıştı ki yeni uyuyabilmişti. Tüm günün yorgunluğunu bir saatte dindiremezdi. Ama kalbinde bir sıkıntı ile geceyi yokladı ya da gece onu.
Zorlandığı dönemlerden geçiyordu. Naif bir sıkıntı biriktirir gibi, içinde deveran eden bir yas duygusu vardı. Kapı çalınsa, telefon çalsa, bir haber okusa ardında bir haber gelecek hissiyle günlerini geçiriyordu. Ailesinden uzakta yaşamasının oluşturduğu o hisse alışmakta zorlanıyordu. Üç yıl olmuştu bu şehre geleli. Üniversiteyi burada okumuştu ama bir süre memleketine dönmüş iş aramış, bulamamış ve sonra yeniden okulunun yamacına sığınmıştı. Okul yılları, öğrencilik anıları, Kerem’in bakışları.
Biri Kerem mi dedi?
Ah evet Kerem’in bakışları, sanki uzun yıllar içinde beslediği bir ağaçtı da filizlenip yeşerip büyüyordu. Çocukluğunda, bahçelerindeki ağaçların gövdesine sarılıp onlarla konuştuğu zamanlar olmuştu. Çeşmeden kova kova su taşıdığı yıllar… Ve sonra babasına ağaca kadar uzayan bir hortum aldırdı. Ağaç gövdesinde uyuduğu ve hatta bir süre “ağaç ev” yaptırmak için direttiği olmuştu. Bir gövdenin heybetinde toprağa temas ederek sırtını yaslayıp az vakit geçirmemişti. İşte Kerem’i sevmek sırtını yasladığı ağacı anımsatan bir histi, onun için.
Ah Kerem!
Tabi ya, dün gece kavga etmişlerdi de eve gelip mutfağa girmiş, tezgahtan su doldururken parmaklarının arasından bardak kayıvermişti. Yere düşen bardağın dağılmasını kendi kalbinin dağılması gibi özdeşleştirmiş ve ağlamaya başlamıştı. Cam kırıklarının yerini can kırıkları almıştı. Ve gözyaşlarına hıçkırıkları eşlik etmişti. Orada öylece durmuş, yere düşen cam kırıklarının ayağına batmaması için dikkatle çıkmıştı. Sabah temizlerdi, nasılsa yalnızlığın ayakları yoktu.
Ağlamaya devam etti, sorgulamaya, düşüncelerinin karanlığıyla bedenini hızalamaya devam etti. Yastığa başını koyduğunda saat üçü geçiyordu. Ve uykuya daldığında dörde gelmişti bile. Sağa döndü, sola döndü, sırt üstü uzandı ve gözleri kapanmıştı.
Rüyasında genişçe bir meydanda hangi sokağa girmesi gerektiğini düşünüyordu. Ayağında hiçbir şey yok ve toprak yumuşacıktı. Rüzgar, nefis bir meltemle bedenini okşuyordu. Burnuna yasemin kokuları ve hanımellerinin kokusu geliyordu. Güllerin kırmızısını gördüğü bir sokağı fark etti. Leylakların olduğu başka bir sokağı. Sümbüllerin morlarıyla kuşanmış başka bir sokak. Lavanta bahçelerinin olduğu iki katlı evlerin sokağı. Kendi etrafında dönerken buldu kendini. Hangi sokağa baksa başka bir çiçek. Ve gitgide kendine doğru yaklaşan sokakların çemberinde ayaklarının toprakta yukarı doğru çıktığını ve köklerinin olduğunu gördü. Elleriyle bedenini yokladı, göğsünde bir pürüz hissetti. Saçlarına uzandı, saçlarının hışırtılarını duydu. Yükseldikçe kuş sesleri fazlalaştı, meltemle saçları daha da havalandı. Kendini kendinin karşısında gördü, elinde bir kova su ayaklarına döküyordu. Ayaklarında ıslaklığını ve yavaş yavaş içine bir ferahlığın dolduğunu hissetti. Lavanta kokulu iki katlı evlerin olduğu sokağa doğru giden kendisinin nasıl da güzel olduğunu fısıldadı rüzgar. Gülümsediğinde kulaklarından, parmaklarından pembe çiçekler açtığını fark etti. Uzaktan bir müzik sesi duydu, belli aralıklarla duymaya devam etti. Kendisini hiçbir sokağa ait hissetmese de bu toprağa ait hissetti. O sırada bir ses duydu: Kiraz, Kiraz…
Uyanmıştı. Ortalık sessizdi, peki ya ona seslenen kimdi? Sabahın ilk ışıklarında saat zili çalıyordu, kaç vakittir ertelemişti kim bilir. Kalkıp bedenine dokundu, rüyasını düşünürken sehpada duran lavantalara bakıyordu. Etrafında döndü, yalnızlığın izlerini yok etti, mutfaktaki cam kırıklarını temizledi. Kendi aynasından kendine baktı. Baktı ve gülümseyerek:
“Hadi kızım Kiraz, bugün yeni bir gün…” dedi.
Telefonu çalıyordu, arayan Kerem’di.
Biri Kerem mi dedi?
Ah evet Kerem’in bakışları, sanki uzun yıllar içinde beslediği bir ağaçtı da filizlenip yeşerip büyüyordu. Çocukluğunda, bahçelerindeki ağaçların gövdesine sarılıp onlarla konuştuğu zamanlar olmuştu. Çeşmeden kova kova su taşıdığı yıllar… Ve sonra babasına ağaca kadar uzayan bir hortum aldırdı. Ağaç gövdesinde uyuduğu ve hatta bir süre “ağaç ev” yaptırmak için direttiği olmuştu. Bir gövdenin heybetinde toprağa temas ederek sırtını yaslayıp az vakit geçirmemişti. İşte Kerem’i sevmek sırtını yasladığı ağacı anımsatan bir histi, onun için.
Ah Kerem!
Tabi ya, dün gece kavga etmişlerdi de eve gelip mutfağa girmiş, tezgahtan su doldururken parmaklarının arasından bardak kayıvermişti. Yere düşen bardağın dağılmasını kendi kalbinin dağılması gibi özdeşleştirmiş ve ağlamaya başlamıştı. Cam kırıklarının yerini can kırıkları almıştı. Ve gözyaşlarına hıçkırıkları eşlik etmişti. Orada öylece durmuş, yere düşen cam kırıklarının ayağına batmaması için dikkatle çıkmıştı. Sabah temizlerdi, nasılsa yalnızlığın ayakları yoktu.
Ağlamaya devam etti, sorgulamaya, düşüncelerinin karanlığıyla bedenini hızalamaya devam etti. Yastığa başını koyduğunda saat üçü geçiyordu. Ve uykuya daldığında dörde gelmişti bile. Sağa döndü, sola döndü, sırt üstü uzandı ve gözleri kapanmıştı.
Rüyasında genişçe bir meydanda hangi sokağa girmesi gerektiğini düşünüyordu. Ayağında hiçbir şey yok ve toprak yumuşacıktı. Rüzgar, nefis bir meltemle bedenini okşuyordu. Burnuna yasemin kokuları ve hanımellerinin kokusu geliyordu. Güllerin kırmızısını gördüğü bir sokağı fark etti. Leylakların olduğu başka bir sokağı. Sümbüllerin morlarıyla kuşanmış başka bir sokak. Lavanta bahçelerinin olduğu iki katlı evlerin sokağı. Kendi etrafında dönerken buldu kendini. Hangi sokağa baksa başka bir çiçek. Ve gitgide kendine doğru yaklaşan sokakların çemberinde ayaklarının toprakta yukarı doğru çıktığını ve köklerinin olduğunu gördü. Elleriyle bedenini yokladı, göğsünde bir pürüz hissetti. Saçlarına uzandı, saçlarının hışırtılarını duydu. Yükseldikçe kuş sesleri fazlalaştı, meltemle saçları daha da havalandı. Kendini kendinin karşısında gördü, elinde bir kova su ayaklarına döküyordu. Ayaklarında ıslaklığını ve yavaş yavaş içine bir ferahlığın dolduğunu hissetti. Lavanta kokulu iki katlı evlerin olduğu sokağa doğru giden kendisinin nasıl da güzel olduğunu fısıldadı rüzgar. Gülümsediğinde kulaklarından, parmaklarından pembe çiçekler açtığını fark etti. Uzaktan bir müzik sesi duydu, belli aralıklarla duymaya devam etti. Kendisini hiçbir sokağa ait hissetmese de bu toprağa ait hissetti. O sırada bir ses duydu: Kiraz, Kiraz…
Uyanmıştı. Ortalık sessizdi, peki ya ona seslenen kimdi? Sabahın ilk ışıklarında saat zili çalıyordu, kaç vakittir ertelemişti kim bilir. Kalkıp bedenine dokundu, rüyasını düşünürken sehpada duran lavantalara bakıyordu. Etrafında döndü, yalnızlığın izlerini yok etti, mutfaktaki cam kırıklarını temizledi. Kendi aynasından kendine baktı. Baktı ve gülümseyerek:
“Hadi kızım Kiraz, bugün yeni bir gün…” dedi.
Telefonu çalıyordu, arayan Kerem’di.
29 Nisan 2024 Pazartesi
GELEN MESAJ
Uzunca zamandır işlediği nakışı sehpanın üzerine bıraktı ve telefonuna gelen mesaja baktı. Yüzü ekşi bir tat almışçasına büzüştü ve kendine bir kahve yapmak için ayağa kalktı. Zihni o kadar bulanmıştı ki, ayağa kalkar kalkmaz ne yapacağını unuttu. Odada şöyle bir gezindi, eline telefonunu tekrar aldı. Ve ilk kez görüyormuş gibi gelen mesaja yeniden baktı. İkinci bakış ilkinden daha hafif bir tesir bırakmıştı.
Terliklerini giydi, hava biraz serinlemişti, Nisan ayına yeni girmişlerdi ama bahar havalarında bazen omuzlarına şal alarak balkona çıkıp havayı solumaktan hoşlanıyordu. Her gün birkaç saat nakışını işleyip biraz balkonda çiçekleriyle sohbet etmekten hoşlanıyordu. Hafif sesi açılmış radyoyu ve sokağın başında şehrin ortasında yalnız kalmış çocukluğunun çam ağacındaki kuş seslerini birlikte dinliyordu. Zamanın gergefe alınmış meselelerini eskisi kadar çok düşünmüyordu. Ama bu şehirden biraz uzaklaşması ona iyi gelecekti.
İçeri girdi, radyoyu kapattı ve uzun süredir düşündüğü tren yolculuğu için başkente bilet aldı. Bu onun hayatı boyunca bu kadar hızlı karar verdiği ilk yolculuğuydu. Geceleri sayarsa altı gün evinden uzaklaşacaktı. Telefondaki mesaja bir kez daha baktı. Ve valizini hazırlamak için odaya geçtiğinde yolculuğuna bir adım daha atmış oldu.
Çantasını sırtına almış, valiziyle trenin içine girdiğinde yan koltuğunun bir bey tarafından alındığını gördü. Şaşırmıştı. Nazik beyefendi valizini yerleştirirken ve trenden inerken yardım edecekti. Yol boyunca rayların doğayla nasıl yarıştığını seyretti. Uzun zamandır kendisiyle yolculuk etmemişti, hem insanın yalnız kendisiyle yolculuğu ne kadar da mukaddesti. Telefonuna hiç bakmadı. Biliyordu ki o mesaja cevap vermeliydi ama kitabını okudu ve yazı yazdı. Yeni öyküler biriktirdiği defterine özensiz ve fakat trenin hızı kadar akıcı edayla kelimelerini dizdi. Bir ara kulaklığını takarak birkaç şarkı dinlediyse de sessiz vagonun ve hızla akan yolun yumuşaklığında kalmak isteyerek kulaklığını çıkarttı. Çok uzakta iki bayanın sohbeti dışında başka bir ses yoktu. Ruhunun karanlığıyla aydınlığı birlikte yol almışçasına trende gidiyordu.
Elini kalbine koydu. Başkente hoş geldim diyerek gülümsedi. İnsanın kendi başkenti neresiydi? Bunu sormadan da edemedi. Varlığının nakış nakış işlendiği gergef hani neredeydi? Susamıştı, bir çardakta oturarak susuzluğunu giderdi. Hiç acelesi yoktu. Kendisine bu birkaç gün edecek değerli insanlar biriktirmiş olmanın mutluluğu içinde elini çantasına götürerek telefonu açtı. Bu defa mesaj aklına hiç gelmemişti.
Birkaç zaman kendiyle çardakta hızlı tren raylarını izleyerek oturdu. Kalbinde sevgisinin apayrı olduğu bir eve konuk olacaktı. Ve insanın sevdiği insanların evlatlarının da o sevgiye dahil edildiğinin şahitliğini yaşayacaktı. Dört yaşındaydı artık bebekleri, pandemi dolayısıyla hiç gelememiş ve hep bir bahanesi olmuştu. İnsan başlı başına bahanelerle dolatılmıştı sanki. Vakti yoktu güzel şeyler için. Çalıştığı yılları aklına geldi. O gergefe ne nakışlar işlemişti yıllarca; kederler, kaygılar, endişeler, öfkeler, kavgalar… Şimdi ise huzur, sakinlik, zamansızlık, sükun ve merhamet…
Dört yaşındaki Nihal’e iki kere kırmızı başlıklı kız masalını anlattı. Uyumaya geçmediği bir akşam ise beyaz kuzucuk masalını uydurdu. Çocukların dünyaları gözlerini dolduruyordu. Masal anlatırken gökyüzündeki yıldızları seyretti. Beyaz kuzucuk masalı kendisine aitti, kendi dünyası Nihal’in dünyasıyla karıştığında bambaşka bir enstantane oluvermişti. Gülümsedi. Bir gün birlikte Ankara Kalesine çıktılar dostuyla. Ankara kalesinden evvel kedi korkusuna rağmen arkadaşının evinde kahvaltı yaptılar. Dostluğun biriktirdiği sevginin eşliğinde çayları yudumlamak ve kahveler ve birlikte yapılan makyajlar. “Yakın olsaydık” hayalleri karıştı cümlelerine. Ankara sokaklarında şiir gibi yürüdüler birlikte, alışveriş yapıp yürürken her dakikasını değerlendirdiler sohbetleriyle. Ankarayı güzel yapanın muhabbet olduğuna kanaat etmişti.
Diğer bir gün başka bir arkadaşıyla buluşup, bir gün kahvaltı yaptılar. Bir gün daha çok çok özeldi. Eve her döndüğünde Nihal’in dört yaşının şerefine sarılmalar. Masallar ve çaylar. Film izlemek birlikte. Daha birçok detayla dönüş yolu.
Trene bindiğinde yanında bir ressam oturuyordu. Sakin ve şefkatli. Genç bir adam valizime yardım etti. Tren raylarda dans etti. Ankara içinde ışıldıyordu, resmiyetin hükmettiği Ankara hiç beklediği gibi olmamıştı. Giderken aniden alınmış bir kararla gitti ve dönerken hafiflemiş gibiydi. Evine geldi, yuvasına, yalnızlığına. Nakışı bıraktığı yerde duruyordu. Altı gün evvelki zihni ve elleri yoktu artık. Altı gün önceki kalbi yoktu. Altı gün önceki hisleri dağılmıştı. Telefonunu eline aldı. “Sil” tuşuna bastı.
Yüzünü buruşturduğu mesaj artık orada yoktu.
Terliklerini giydi, hava biraz serinlemişti, Nisan ayına yeni girmişlerdi ama bahar havalarında bazen omuzlarına şal alarak balkona çıkıp havayı solumaktan hoşlanıyordu. Her gün birkaç saat nakışını işleyip biraz balkonda çiçekleriyle sohbet etmekten hoşlanıyordu. Hafif sesi açılmış radyoyu ve sokağın başında şehrin ortasında yalnız kalmış çocukluğunun çam ağacındaki kuş seslerini birlikte dinliyordu. Zamanın gergefe alınmış meselelerini eskisi kadar çok düşünmüyordu. Ama bu şehirden biraz uzaklaşması ona iyi gelecekti.
İçeri girdi, radyoyu kapattı ve uzun süredir düşündüğü tren yolculuğu için başkente bilet aldı. Bu onun hayatı boyunca bu kadar hızlı karar verdiği ilk yolculuğuydu. Geceleri sayarsa altı gün evinden uzaklaşacaktı. Telefondaki mesaja bir kez daha baktı. Ve valizini hazırlamak için odaya geçtiğinde yolculuğuna bir adım daha atmış oldu.
Çantasını sırtına almış, valiziyle trenin içine girdiğinde yan koltuğunun bir bey tarafından alındığını gördü. Şaşırmıştı. Nazik beyefendi valizini yerleştirirken ve trenden inerken yardım edecekti. Yol boyunca rayların doğayla nasıl yarıştığını seyretti. Uzun zamandır kendisiyle yolculuk etmemişti, hem insanın yalnız kendisiyle yolculuğu ne kadar da mukaddesti. Telefonuna hiç bakmadı. Biliyordu ki o mesaja cevap vermeliydi ama kitabını okudu ve yazı yazdı. Yeni öyküler biriktirdiği defterine özensiz ve fakat trenin hızı kadar akıcı edayla kelimelerini dizdi. Bir ara kulaklığını takarak birkaç şarkı dinlediyse de sessiz vagonun ve hızla akan yolun yumuşaklığında kalmak isteyerek kulaklığını çıkarttı. Çok uzakta iki bayanın sohbeti dışında başka bir ses yoktu. Ruhunun karanlığıyla aydınlığı birlikte yol almışçasına trende gidiyordu.
Elini kalbine koydu. Başkente hoş geldim diyerek gülümsedi. İnsanın kendi başkenti neresiydi? Bunu sormadan da edemedi. Varlığının nakış nakış işlendiği gergef hani neredeydi? Susamıştı, bir çardakta oturarak susuzluğunu giderdi. Hiç acelesi yoktu. Kendisine bu birkaç gün edecek değerli insanlar biriktirmiş olmanın mutluluğu içinde elini çantasına götürerek telefonu açtı. Bu defa mesaj aklına hiç gelmemişti.
Birkaç zaman kendiyle çardakta hızlı tren raylarını izleyerek oturdu. Kalbinde sevgisinin apayrı olduğu bir eve konuk olacaktı. Ve insanın sevdiği insanların evlatlarının da o sevgiye dahil edildiğinin şahitliğini yaşayacaktı. Dört yaşındaydı artık bebekleri, pandemi dolayısıyla hiç gelememiş ve hep bir bahanesi olmuştu. İnsan başlı başına bahanelerle dolatılmıştı sanki. Vakti yoktu güzel şeyler için. Çalıştığı yılları aklına geldi. O gergefe ne nakışlar işlemişti yıllarca; kederler, kaygılar, endişeler, öfkeler, kavgalar… Şimdi ise huzur, sakinlik, zamansızlık, sükun ve merhamet…
Dört yaşındaki Nihal’e iki kere kırmızı başlıklı kız masalını anlattı. Uyumaya geçmediği bir akşam ise beyaz kuzucuk masalını uydurdu. Çocukların dünyaları gözlerini dolduruyordu. Masal anlatırken gökyüzündeki yıldızları seyretti. Beyaz kuzucuk masalı kendisine aitti, kendi dünyası Nihal’in dünyasıyla karıştığında bambaşka bir enstantane oluvermişti. Gülümsedi. Bir gün birlikte Ankara Kalesine çıktılar dostuyla. Ankara kalesinden evvel kedi korkusuna rağmen arkadaşının evinde kahvaltı yaptılar. Dostluğun biriktirdiği sevginin eşliğinde çayları yudumlamak ve kahveler ve birlikte yapılan makyajlar. “Yakın olsaydık” hayalleri karıştı cümlelerine. Ankara sokaklarında şiir gibi yürüdüler birlikte, alışveriş yapıp yürürken her dakikasını değerlendirdiler sohbetleriyle. Ankarayı güzel yapanın muhabbet olduğuna kanaat etmişti.
Diğer bir gün başka bir arkadaşıyla buluşup, bir gün kahvaltı yaptılar. Bir gün daha çok çok özeldi. Eve her döndüğünde Nihal’in dört yaşının şerefine sarılmalar. Masallar ve çaylar. Film izlemek birlikte. Daha birçok detayla dönüş yolu.
Trene bindiğinde yanında bir ressam oturuyordu. Sakin ve şefkatli. Genç bir adam valizime yardım etti. Tren raylarda dans etti. Ankara içinde ışıldıyordu, resmiyetin hükmettiği Ankara hiç beklediği gibi olmamıştı. Giderken aniden alınmış bir kararla gitti ve dönerken hafiflemiş gibiydi. Evine geldi, yuvasına, yalnızlığına. Nakışı bıraktığı yerde duruyordu. Altı gün evvelki zihni ve elleri yoktu artık. Altı gün önceki kalbi yoktu. Altı gün önceki hisleri dağılmıştı. Telefonunu eline aldı. “Sil” tuşuna bastı.
Yüzünü buruşturduğu mesaj artık orada yoktu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı
BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı “Annesi Erken Ölen Çocuklar İçin” Rüzgara koyu renk bir elbiseyle çıkmış ağacın, dallar...
-
Boşluğa bağırıyorum, çığrından çıkmış uzun koridorlara. Beyaz ve sonsuz yollara bağırıyorum. Olmasını istediğim düzenin hiçbir zaman olmayış...
-
Tane tane sevdiğim şehirden iki güzel geçti. Dün fatihin vatan caddesinde çiçeklerle birlikte yanımda bir güzel, öbür güzele gider iken içim...
-
-Alaçatı notları- Denizin uçsuz bucaksız izlenebildiği, suyun sükunetle hemhal olduğu, karşı kıyılarda dağların siluetinin bir resim tabl...