13 Mayıs 2025 Salı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

“Annesi Erken Ölen Çocuklar İçin”

Rüzgara koyu renk bir elbiseyle çıkmış ağacın, dallarında küçük tomurcuklarının kendini göstermekten çekindiği, eteklerinde çiçeklerin toplaşıp fısıldaştığı ve otların yeşilliklerini yeni yeni topraktan çıkarttığı zamanlar; toprağın suyla buluşmasının doğurganlığında çamurun hikayesi, bir köyün hikayesi, evlerin bacalarından büyük meselelerin tüttüğü bir şehrin penceresinde düşüncelerini sarkıtıyor gibiydi. Köyüne ilk kez geliyordu, hayatı boyunca bir çok yere gitmiş ama kırk yaşına geldiğinde, “artık köyüme de gitmeliyim” demişti. Eski adıyla “Macara” olan köyü, tepelerde hayal edebilirsiniz ama çukurun tam ortasında, dere yatağının yanında, elli hanesi olan, yeryüzünün avuç içi kadar olan bir yere gelmişti. Macaranın yeni adı Alınyaylaydı. İsmini nereden aldığının bir hikayesi var mıydı acaba? Kırk yıl sonunda işe güce biraz ara vermişken gelmek nasip oluyordu. İnsan bu hayatta ne çok şeyi birden erteliyordu.

Köyün girişinde, dereyi takip edip ilerlediğinizde, bir çeşme karşılıyordu sizi. Dağdan gelen buz gibi suyuyla bir hayrat, Serdaroğlu isimli. Kocaman bir çınar ağacının altında, su sesinde doğaya bakarken gözleri dolmuştu Bahar’ın. İneklerin gelişinin, çıngırakların çalışından belli olduğunu henüz hafızasına kazımamıştı. Ama sıra sıra tepelerden aşağılara inen ses gittikçe yaklaşıyordu ve suyun sesine karışıyordu. Sinek vızıltısı ile elini kulağına götürdü. Kısık gözlerle şöyle bir etrafı süzdü ve sudan aldığı avuç dolusu hasret ile ellerini ovuşturdu. Derin nefes alıp az yokuş çıktı ve köy meydanına gelmeden kerpiçten bir evi gördü. Belli ki içinde kimse oturmuyordu ama camların çerçevesine sallanan perdesine bakıp iç geçirdi, “kim bilir ne hayatlar yaşanmıştı bu evde” diye düşünüp biraz da dinlendi. Nefes nefese kalmıştı. Havanın temizliği karşısında, kalbi heyecanlanmışçasına hızla atıyordu. Doğanın o büyüleyici atmosferini alıp gözlerinin içine yerleştirmişler gibi bir his geldi. Rüyada gibiydi. Ya da bir kartpostalın içinde gibi…
Patikanın izinde yürümeye devam etti. Kuyrukları yeşil, gagaları kırmızı kazlar gördü. Kazların yanına durduğu ağacın köküne baktı, uzun uzun. Ne de derin bir sohbeti vardı toprak ve havayla. Ağacın köklerinden sızan muhabbet, öyle gölgelikli bir selama durmuştu ki. Durdu orada, çitlere yaslana yaslana. Ev ile ağacın sarmaş dolaş olmasına hayret etti.

Tahtalardan yapılmış bahçe kapılarının tellerle çitlere tutturulmasına, açan gelinciklere, uzayan patikaya baktı. Esen rüzgarın sessizlikte nasıl da yüzünü yaladığını dinledi uzun uzun. Uzakta öten horozu duydu. Gözünden yaş geldi. Dağları dinledi, uzanan sıradağları. Çıplak sessizliğini gördü dağların. Yine çıngırak sesleri yaklaşmaktaydı. Önce anlamadı, sonra kızıl danaların tıngır mıngır sallanarak gelişlerine hayran hayran baktı, bir masala bakar gibi, bir ninniye kulak kesilir gibi: “ ama bunlar çok güzeller, üstelik çocukluğumda ananemle dedemin dana doğdu diye mutlu oldukları danalara çok benziyorlar”; dedesi artık hayatta değildi. Dedesiyle gelememişti buralara. Ama danalara bakarak, onların kuyruklarını salına salına gelişlerini izlerken dedesinin muhabbetiyle sarıldı anılara. “nur topu danalar” dedi sessizce. Gülümsedi, dolan gözlerini elinin ayasıyla sildi.

Köyün meydanına doğru ilerledi. Kıvrımlı yollarda tezek kokuları, inek böğürtüleri, yaprak hışırtıları, akan su sesi, tavuk gıdaklaması birbirine karışıyordu. Yavaş yavaş meydan göründü, araba önden gelmişti. O köyün girişinde inip, toprağına ayak basmanın hissini yaşamak istediğini söylemişti kuzenine. Alınyayla yazan tabelanın önünde “özgür kız” pozu vermişti. Hani şu elleri havada.

Meydan kalabalıktı, büyük şehirde küçük evlerine kapanıp muhabbete hasret kalan aynı köyün eşrafı işte burada bir aradaydı. Çeşme başındaki, çember oluşturmuş banklarda, oturmuş sohbet ediyorlardı. Kuzeni arabasını köy meydanında park etmişti, demek ki ev bu tarafta diye düşündü. Ne tuhaftır ki hiç yabancılık çekmiyor, nerede kalacağının kaygısını gütmüyordu. Amcaları, teyzeleri vardı. Herkesi tanıyordu, her gün bir yerde kalsa tatili biterdi. Gülümsedi. Selam verdi ve aslında çok tanıdık ama sanki ilk defa görüyormuş gibi heyecanla karşılamaları izledi. Ve tezek kokuları eşliğinde, ertesi gün yeni bir tura devam etmek üzere evin yolunu tuttu. Amcası çok güzel karşıladı, bayram havasında. Halbuki birkaç gün önce şehirde görüşmüşlerdi. Gülesi geldi, yine o his geldi bahara: “ ne tuhaf bu heyecanlar” dedi amcasına sarılırken. Demek ki, insan köyüne gelince yeni bir zaman tüneli açılıyor da oraya giriyorsun. Bu zaman tünelinde anne babasının doğduğu topraklarda olduğu için çok huzurlu hissediyordu. Hiç tanıyamadığı annesinin kucağında bir sıcaklıkta gibiydi. O gece huzur içinde uyudu, soba çıtırtıları eşliğinde.

Boşluğa bağırıyordu, çığrından çıkmış uzun koridorlara doğru sesinin hızla gidişini izliyordu. Beyaz ve sonsuz yollara bağırıyordu. Olmasını istediği düzenin, hiçbir zaman olmayışına bağırıyormuş gibi, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Duygularıyla ve bedeniyle dans eder gibi, köy meydanındaki çeşmenin önünde suya ellerini daldırırken buldu kendini. Bedeninde çokça ağrı ve ruhunda çokça ilhamla…

Şimdi kaçıncı kez öğreniyor olacaktı “sensizlik” kelimesinin “annesizlik” kelimesine köprü kurduğunu; Kaçıncı kez yudumlayacaktı, eski fotoğraflardaki annesinin kucağında oturduğu fotoğrafı. Çocukken sarı saçlarına bağladıkları kederin kaçıncı kez matemini tutacaktı… Her anneler gününde “çokta önemli değil, bu sadece bir gün. Ben pek sevmem. Bazen annesi olanda annesizdir” diyerek zibilyon tane anne çocuk fotoğrafını paylaştıklarında kaçıncı kez “evetbuçoknormalevetbuçoknormalevetbuçoknormal” diyecekti? Annesizliğin yanına iliştirilen, bedeninin anneliği tatmamasına kaç defa daha şahitlik edecekti.. Demagoji yapmamak adına kaç defa daha susacaktı? Sustukça rüyalarında hortlayanlara kaç defa daha bakacaktı, halıdaki desenlere bakarcasına.. Dalıp gidecekti… Dalıp dalıp sonra çıkacaktı olduğu yerden. Pazara gidecekti, markete gidecekti, yürüyüşe, müziğe, yazıya, yalnızlığa, son vakitlerin en modası olan kendi “içsel anneliğine”… Su sesiyle uyandı, ellerine baktı. Çeşme başında suya dokunan elleri rüyadan ıslak gelmiş gibi bir hisle ellerini yokladı, kuruydu. Sesinin çıkıp çıkmadığını yoklarcasına boğazını temizledi. Amcası dışarıda bahçeyi suluyordu. Yengesi annesinin en yakın arkadaşı olduğundan ona ismiyle hitap etmeyi tercih ediyordu. Bazen Kiraz teyze dese de, yanaklarının kiraz gibi oluşundan Kiraz tanesi demeyi tercih ediyordu. Annesinin kente taşındıklarındaki kapı komşusuydu Kiraz. Ve Bahar’a arkadaşının maharetlerinden bahsetmekten çok hoşlanıyordu. Kah gözleri doluyor, kah tebessüm ediyordu. Bir masal kahramanı gibi anlatıyordu arkadaşını. Sanki masalı bitmiş de oyundan çekilmiş gibi bir hisle. Bahar da annesini tüm masalların kraliçesini, en iyi annesini, vasalisasını, pamuk prensesini dinler gibi dinliyordu.

Annesinin dört yaşlarına kadar bu köyde kök saldığını ve sonra kente göç ettiklerini duymuştu. Köye geldiğinde ise dört yaşından yirmibir yaşına kadar olan yaşam sürecindeki hikayesinin boşluklarını doldurmaya niyet etmişti. Geceki rüyası aklına geldi. Boşluğa bağırıyordu. Uzun derin sonsuz boşluğa. Dağların tepesinde dans eden bulutlara baktı, duyguların da insanın içinde böyle gelip geçtiğini, bazen kararıp bazen güneş açtığını gözlemliyordu. Hem burada hem rüyasındaydı; kabuk bağlamış yaranın içindeki o geçmeyen his, boğazına dayanan boğulma hissi, çabucak gelip yerleşiyordu köşesine... İşte o yüzden çıkıp köyde bir tur atmak istedi. Elli hanenin her kapısı İstanbuldaki mahallelerinden daha tanıdıktı. Kiraz’ı dalında amcasıyla bırakıp evden getirdiği siyah ve üzerinde kırmızı çiçeklerin olduğu lastiklerini giydi ve patikayı takip etti. Kaybolma riskinin sıfır olduğu yüzölçümü minik ve fakat manevi değeri ölçülmez köy sokaklarında sesler eşliğinde yürüdü. Evleri inceledi, sobalardan çıkan duman kokusunu içine çekti. Yazın sıcağında soba yanmasının nedeni sonradan öğrenecekti. Kaldırımsız yol kenarlarında inceden akan su yolunun serüvenini daha sonraları dinleyecekti ve hatta su sıkıntısının bir tek türk filmlerinde olmadığını o vakit daha net kavrayacaktı. Ne yani, şimdi o filmlerde gördüğü “su savaşları” bu köydede mi vardı? Komik bulacak ve gülecekti ama toprağın insanın içine işlediğinin belgesini hissedebilir ama ispatlayamazdı. Kökler denen kavramın gerçekten büyük ve derin bir kavram olduğunu anlayacaktı. Büyük ve derin bir gerçeği anladığı gibi, hayatı boyunca. Yine gelip rüyası girmişti araya. “Sensizlik” diye mırıldandı.

Sensizlik kelimesi, bireysel yolculuğunda, travmalarının, anne karnında kalma isteklerinin, öfkelerinin, tırnaklarıyla bugüne kazıya kazıya geldiği ömrüne şahitlik ediyordu. Öğrendikçe kabuğunun, bitmek tükenmek bilmez arzularının , doyma ihtiyacının gücünü -tam şurada- göğüs kafesinin içinde hissediyordu. Elini bedenine koydu “ben buradayım” dedi. Yaşı ilerledikçe, ömrü boyunca tuttuğu o yasının, yaşama arzusuna dönüştüğüne şahitlik ediyordu. Yaş aldıkça yasının bir sis bulutu gibi dağıldığını ve içinin berraklaştığını hissediyordu. Ve dönüştükçe güzelleşen, serpilen büyüyen duygularının “ohh iyiymiş böyle ya!” dediği bir keyif kahvesiyle kendini güvende ve burada hissediyordu. Burada. Tam düşünceler içinde boğuşurken karşı yoldan birinin geldiğini gördü, elinde kızılcık sopası, ayağında dizine kadar uzanan sarı inşaat çizmeleri ve karelerinin rengi solmuş yeşilin griye çaldığı gömleğiyle annesinin köyde yaşayan dayısını gördü. İlk defa karşılaşıyorlardı ama fotoğrafından tanımıştı. Yaver dayısına “dayııı” diye koşarken dayısının kendisini ilk defa gördüğünü biliyordu. Biraz meczup bir hali olduğunu bildiğinden Bahar’ın heyecanını dizginlediği farkedilebilirdi. Akşam saati yaklaştığından dayısı inekleri ahıra sokmaya çalışıyordu. Kızılcık sopası o yüzden elindeydi ve “oyyy yeğenim” dedi. Sarıldılar ve fakat tezet kokusunu parfüm niyetine kullanmış gibiydi dayısı ve Bahar için bu biraz fazlaydı. Olsun köye gelmeden evvel dayısı “kara gözlü yeğenim” diye sevdiği mavi gözlü baharı ilk kez dünya gözüyle görmüştü. Üstelik de annesinden bir hatıra gibi. Sonra yoluna devam etti çünkü köy meydanında iş asla beklemezdi.

Bahar öyle sakin ve sessizlik içinde yolu ve getirdiklerini izliyordu ki, o sırada gözüne bahçede adeta bir masaldan düşmüş de köye gelmiş biri gözüne ilişti. Şazimet ablası yeşilliklerin ortasında şapkası, ısırgan otları ellerini yakmasın diye taktığı sarı eldivenleri ve yanında koca bir leğenle bahçede oturuyordu. “heyyy selam prenses ablam” dedi uzaktan, sanki geçen hafta aynı şehrin sokaklarında yürümemiş, nefes almamış da birbirlerini uzun yıllardır görmemiş gibi bir sevinçle kucaklaştılar. Evini derlemiş toparlamış, bahçesinde ot temizliği yapmaya çıkmıştı. Biraz muhabbet ettikten sonra yola revan oldu. Az gitti uz gitti, siz deyin bir karış ben diyeyim parsel parsel gitti. Vardığında gün batmak üzereydi, buranın hikayesini de daha sonradan öğrenecekti. Sahiden de daha sonradan ne çok şey öğrenmişti. Ermizanın kıranı dedikleri yer adeta bir sahilde banka oturup denizi izlemek gibi, yüzünü dağlara dönüp gökyüzünü izlemek gibi geniş bir ferahlık içeriyordu. Ermizanın kıranı. Nereye gidiyorsun? Ermiza’nın Kıranına.

Düşündü, yaşadıklarından mı öğreniyordu insan yoksa öğrendiklerinden mi yaşıyordu?
Düşündü, yola çıkarken vardığı yer mi önemliydi yoksa anlamlandırdığı duygularının ferahlığı mı?
Düşündü, bu topraklar atalarının topraklarıyken bunca yıldır şehirde neyi arıyordu?
Düşündü, bağırsa şimdi karşıki dağlardan sesi kendisine geri gelir miydi ki?
Gülümsedi ve köye geldiği ilk gün gördüğü rüyanın tesiriyle gözlerini kapadı:

Annesi iyi ki doğurmuştu onu. İyi ki bırakmıştı bir cemre gibi yeryüzüne. İyi ki dünya denen zibilyon tane teorinin geliştiği yerde “kendi gücünü bulmada özgürleşme” yoluna girmeye mecbur bırakmıştı onu. Hala kendiyle cebelleşiyordu, kırk yaşının keyfinin sürüyordu ve hala yaşam yolunda köklenmek için uğraşıyordu. Bugün burada köyündeydi, toprağında, özünde. Adeta anne rahmindeydi. Ve kalbinde bir acı hissetti. Bankta ellerini iki yana koydu. Rüyasında bağırır gibi boşluğa bıraktı sesini. Önce çekindi, köyün meydanı uzakta kalmıştı ama sesi duyulsun istemezdi. Durdu, baktı ve boşluğa bıraktı sesini. Bir müddet sonra, belki o derin acıdan sonra büyük huzur duydu. Bu durumu doğuma benzetti ve gülümsedi. Herkesin kendi serüveninde bambaşka hikayelerinin olduğunu biliyordu. Sanki kara bulutlar bir anda gelmiş, şöyle bir kalbini yoklamış ve sonra yerini güneşli mavi bir göğe bırakmıştı.

“Kara gözlü Bahar” dedi gülümseyerek, gökyüzü kadar mavi olan gözlerinin içi gülümsedi. İnsan bazı yerlere geç kalmış hissedebiliyordu ama belki o insan için zamanı şimdiydi. Köklerinin bulunduğu köyde bir ağaç gibi hür, bir kuş kadar özgür, bir çocuk kadar sevinçli ve bir yetişkin bilinciyle ayakları yere basar halde banktan kalkıp güneşi uğurladı dağların ardına. Uzaktan gelen gecenin tuhaf sesi eşliğinde ayı çıkarsa korkusu sarmıştı zihnini. Gülümsedi, hoplaya zıplaya gecenin karanlığında amcasının evine vardı. Mis gibi lahana çorbası kokuyordu. Kiraz bu işi biliyordu. Tabi annesi olsa eminim daha güzel yapardı, çünkü herkesin kendi annesi en güzelini yapabilirdi.

Yarın başka bir gündü, yeni yerler keşfecekti ve köyde uyku vakti şehirdekinden daha erkendi. Ateşböceklerinin renklerini göremese de sessizliğin sesini duydu iliklerinde ve yazın harlanan sobanın sıcaklığında mışıl mışıl uyudu…

Ve bir rüyasında “Tutunamayanlar” romanın kahramanı olan Selim Işık’ın ölümüyle çocukluğunda düşündüğü bir şeyi gördü. Kahramanlardan Turgut Özben, Selim’in ölümü üzerine şöyle diyordu bir arkadaşına: “Hepimiz yaşlanacağız: saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat Selim hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğraflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep genç kalacak.” “Sen hep yirmibir yaşında olacaksın anne. Ben senin kaç katın daha yaşadığımı parmaklarımla dahi hesap edemeyeceğim.” diyordu. Rüyadaydı.

Uyandı. Hayrolsun dedi kendi kendine. Ve Macara’a sabah güneşi az evvel doğmuştu.

11 Mayıs 2025 Pazar

SONSUZ KERE: ANNE

Boşluğa bağırıyorum, çığrından çıkmış uzun koridorlara. Beyaz ve sonsuz yollara bağırıyorum. Olmasını istediğim düzenin hiçbir zaman olmayışına bağırıyorum. Duygularımı bağırıyorum, yazarak. Ve belki dans ediyorum duygularımla. Bedenimde çokça ağrı ve ruhumda çokça ilhamla… Anne şimdi ben kaçıncı kez öğreniyor olacağım “sensizlik” kelimesini…


Kaçıncı kez yudumlayacağım, kucağında oturduğum fotoğrafımıza baktığım o duyguyu. Sarı saçlarıma bağlanan kederin kaçıncı kez matemini tutacağım… Her anneler gününde “çokta önemli değil, bu sadece bir gün. Ben pek sevmem. Bazen annesi olanda annesizdir” diyerek zibilyon tane anne çocuk fotoğrafını paylaştıklarında kaçıncı kez “evetbuçoknormalevetbuçoknormalevetbuçoknormal” diyeceğim? Günümü kutladıklarında, annesizliğin yanına iliştirilen, bedenimin anneliği tatmamasına kaç defa daha şahitlik edeceğim. Demagoji yapmamak adına kaç defa daha susacağım anne? Sustukça rüyalarımda hortlayanlara kaç defa daha bakacağım, halıdaki desenlere bakarcasına.. Dalıp gideceğim… Dalıp dalıp sonra çıkacağım olduğum yerden, pazara gideceğim, markete gideceğim, yürüyüşe, müziğe, yazıya, yalnızlığa, son vakitlerin en modası olan kendi “içsel anneliğime”…


Tamam silkiniyorum. Ama.. Ama… Kaç defa daha duyacağım misal, kabuk bağlamış yaranın içindeki o geçmeyen hissi… O boğazıma dayanan boğulma hissini misal. Şarkıları dinlemeyeceğim, görmezden geleceğim o duyguları tamam… Olana saygı da göstereceğim evet. Ve bir gün Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını okurken bir şeyi tekrar hatırlayacağım, çocukluğumdan beri düşündüğüm bir şey olduğunu farkedeceğim bunun. Şöyle diyordu satırlarda Atay: “Hepimiz yaşlanacağız: saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat Selim hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğraflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça. Selim hep genç kalacak.” Sen hep yirmibir yaşında olacaksın anne. Ben senin kaç katın daha yaşadığımı parmaklarımla dahi hesap edemeyeceğim. Belki olsaydın şimdi, varolan annenin yokluğundaki gibi duygularımda olabilirdi. Kapıyı çarpıp kaçmak isteğim de. Beni ablukaya almaya çalışan fikirlerin de olabilirdi. Belki de anlaşamaz ve ayrılmak isterdik birbirimizden kimbilir. Gülümsetti bu fikir de şimdi beni. Ayrılacaktık belki anne, ayrışacaktık.


Seneler geçtikçe o travmalarımın, o anne karnında kalma isteklerimin, o öfkelerimin beni tırnaklarımla kazıya kazıya geldiğim bu günlere getirdiğine şahitlik ediyorum anne. Sensizlik kelimesini öğrendikçe kabuğumun, o bitmek tükenmez bilmez arzularımın , o meme ihtiyacımın gücünü tam şurada göğüs kafesimin içinde hissediyorum. Elimi bedenime koyduğumda “ben buradayım” diyorum. Yaşım ilerledikçe, ömrüm boyu tuttuğum o yasımın, yaşama arzusuna dönüştüğüne şahitlik ediyorum. Yaş aldıkça yasımın bir sis bulutu gibi dağıldığını ve içimin berraklaştığını hissediyorum. Ve dönüştükçe güzelleşen, serpilen büyüyen duygularımın “oh iyiymiş böyle ya” dediği bir keyif kahvesiyle kendimi güvende ve burada hissediyorum.

Beni iyi ki doğurdun anne. Beni iyi ki bıraktın anne. Beni iyi ki dünya denen zibilyon tane teorinin geliştiği yerde “kendi gücümü bulmada özgürleşme” yoluna girmeye mecbur ettin anne. Hala uğraşıyorum evet. Ama bir kraliçe kolay yetişmiyor anne. Acıdan sonra büyük huzur getiren şeye “doğum” deniyordu değil mi?

Şimdi benim anne olmadığımı kendime ispat etmem mümkün mü? Şimdi benim yoluma gitmem gerek anne.

Sorumluluğumu alıp, kendimi doyurmam gerek anne. Memeyi bulmak için çok vakit kaybettim. Hadi huzurla uyanalım: “evetbuçoknormalevetbuçoknormalevetbuçoknormal”

Boşluğa bağırıyorum sonsuz ve içten: Anneeee…

11.05.2025

3 Mayıs 2025 Cumartesi

BOŞLUK. NOTA. UZUN İNCE YOL

Eski şiirlerimden bir ben yaktım göğsümde
eski bir mevsimi koklayan çocuğun göğsünde
notalarımdan uzak ihtimaller çıkarttım,
ten buz ve sarmaş dolaş bir ses uğuldadı içimde
içinden geçti çocuğun, mevsimin serin suları
soluk beniz, tedirgin dağ, bilinmeyen süvari
geçti sonbaharın kirpiklerinden
kırmızı kazağında durdu kışın, gelincik
notalarımın eteği çimenlere dolandı

do re re_ do si la do si_ la la la_


büyük sevmenin büyük rüzgarlarında yıkanmış ağıt
rol çalan bir mevsim midir serin yaz
bu ne esinti, bu rüzgar, bu ne kırmızı kazak
rol çalan bir tablanın derinliğinde tüten duman
bu ne hışırtı, bu ne kül, bu ne dağ tedirginliği
Yas tuttuk birlikte, kışın gidişine gelincikle
Sızlandı ağrıdı karnı çocuğun, ağıt yaktı gelincik güzele
bu eski hikayenin azizesi, bu duman, bu yeşeren göğe
el uzatan notaların gümbürtüsü gözlerimde

mi re mi do re _ do si la do si_ la la la__

okşa saçlarımı anne
eski evimiz, sıcak yuvamız, tüten duman, kokan is,
çok eskimeden gittin sen anne
ben hep uzak ihtimallerinde seyrettim denizi
gözlerinde seyretmek yerine
şimdi çocuk bana, ben çocuğa, biz birbirimize
gelinciğin nasıl büyüksevebildiğini anlatırken
yuvarlanan sesimin boğukluğundaki zigzaglarda
dikenleri kolluyorum, göbek bağından tutunduğu yarayı kollar gibi
hikayelere tutunan ellerimi bırakıyorum boşluğa
çukurda daralan hislerimi bırakıyorum boşluğa
boşlukta duran ayaklarımı bırakıyorum boşluğa
keder boğar sanarken mevsim geçiyor, mevsim geçerken keder
yeşillerine bırakıyorum kendimi boşluğun
göğe uzanan bakışlarımda uzak ihtimallerin serinliği…

sol mi_ re mi mi_ mi_ re do mi re_
elimde sımsıkı tuttuğum her sey şimdi boşlukta.

re do si la re si do_ do si la do si_

9 Nisan 2025 Çarşamba

CÜMLE MAĞARASI

Birazdan her şey tam olacak haliyle, her şey yeni başlıyor hali arasında bir yerdeydi. Kemiklerinin çıtırtısı duyulur gibi, sobanın içine atılan ateşin odunla hasbihalinden kalma bir hava vardı. İçleri yanıyor ve fakat etrafa dışarıdaki soğuğu susturan bir mayhoşluk yayılıyordu. Kepenkleri kapalı bir mağazanın cam vitrininde bekleyen manken değildi ki put gibi dursundu. Ellerini ovuşturdu ve bir süredir egzama ile kızaran ve kaşınan parmaklarının arasına kenetledi cümlelerini. Tam konuşacakken duran, durduğu yerde yol yordam bilmeyen bir rüzgar gibi savrulan ve sessizliğin tepesine tırmanmış duygularından arınmak isterken büzüşen kelimelerini parmaklarından sızdıran bir damar yolu açılmış gibiydi:
her şey yeni mi başlıyordu, yoksa her şey tamamlanmış mıydı?


Vitrinin arka kısmında duran karanlıkta belirginleşti anlatmak istedikleri. Durduğunu sandığı, dur durak bilmeyen düşüncelerinin üşüştüğü orta alanda boş bir yer bulmak isteyen harfler çarpışıyordu birbiriyle. Bir uğultuyla irkilen noktalama işaretlerinden ve büyük boşluklardan galebe çalan sesler hep bir ağızdan cümleler oluşturmaya çalışıyordu. Göz dikildi ve açtı kendini sonsuz karanlığın içine. Gönül gözü, beden güzü ve uğraş verdikçe büyüyen duygular da bir araya gelecekti birazdan. Birazdan her şey hiçbir şeye karşı bir savaş verecekti. Savaş denilmesinden hoşlanmıyordu aslında hiçbiri. Ve kimsenin kimseye üstün gelme isteği yoktu. Bu zıtlığın doğurganlığından başta en çok ‘herkes’ etkileniyordu. Başta en çok “ben” mağarasından çıkan “biz”” derinliği bırakıyordu kendini boşluğa. Cümleler bir araya gelmeye zorlandığı anda ‘akıl’ çıktı ortaya:
“her şey kontrol altında!”

Kontrol edilmenin titizliğinde leğenler, kuyulardan bakraçlarla çekilen gıcırtılı su maşrapalarından doluyordu. Su değen bazı yerler kalemin ve divitin mürekkebine bulanıyordu. Yerlerde ölümü bekleyen kullanılmayan kelimeler, kontrol dilimlerinden geçemeyen unutulmuş cümleler vardı. Tehlikeli oyunlarda “çelişkilerin bilincine varmak ve her biriyle tek tek hesaplaşmak” ana motifti. Oysa bu cümlelerin tehlikeli sularından yamacına yaklaşmaya çalışan her cümle aklın koridorlarında zarar görmekteydi. Leğenlerinden sızan sular, kontrole direnen kelimeleri ölüme sürüklemekteydi. O an bir hışımla kendini kurtarmak isteyen bir cümle son nefesini veriyordu. Duygular kendi mağarasında kendi düşüncelerinin kurbanı oluyordu. Kimse hiçbir köprüden tek geçmek istemiyor ve fakat bütün olma halini de deneyimleyemiyordu. Kurban da zalim de her yerde herkesti. Ve bir duygu çıktı ortaya, durun diyen bir el işaretiyle kaldırdı kolunu havaya:
“Ben buyum, bu kadar oluyor şu an!”

Bir kahkaha duyuldu karanlıktan. Uzun, kendinden geçmiş ve karşıdakinin yenilgisi kendisine zafermiş gibi duyulmuş halde gevşek bir kahkaha. Mahcup bir inilti geldi sonra, soluğunu kesmiş bir sessizlik içinde durdu karanlıkta bazısı da. “Biz?” nerede kaldık? Hangi aşamasında olduğunu bilmediği yerden, hangi aşamasında olacağını bilmediği yere varana dek sürdürülebilen bir dengesizlikte sele kapıldı duygular. Suyun akışında kahkaha genleşti ve havaya bulaştırdı rehavetini. Kibrin ve asaletin aynı karanlıkta yuvalandığı bu meydandan uğultular yükseldi. Kararını açıklayacak olan bir hakimin dudaklarından çıkacak olan karar anından önceki son bir dakikada gibiydi her şey. Ve belki mahkemesinde ben ve bizin asılacağı bir muhabbet mahkemesindeydi herkes. Sanık sandalyesinde oturan ve sobada ateşin içinde yanan odunda buradaydı. Işık ve karanlık bir aradaydı. Çoğunluğun bir şehri andırdığı ve azınlığın bir köye kapandığı, odalarında hürmetin baş gösterdiği bir yuvadaydı herkes. Her şey sanık koltuğunda ve her şey tanık konumundaydı. Birlikte ya hiçbir şey ya da hiçbir şeyde birlikteydi varlık. Ve ellerini ovuşturdu egzamalı ellerini, kimse kim, kimdi ellerini ovuşturdu. Kalem tutan, mürekkep yalayan, suya ve ateşe dokunan ellerini ovuşturdu. Öznesinin çok da önemli olmadığı bir meydanda karanlıktan bir ışık parladı, yüklemdi. Yüklemi seslendi varlığın, uğultu duruldu, su duruldu, eller duruldu. Yüklemi kavuştu cümlenin her bir özneye, işte simdi başladı hakikatin doruğunda bir durma hali. İşte şimdi yüklem tamamladı kendini:

“İhtiyacımız olan hürmet, muhabbet, merhamet. Birbirimize karşı sorumluyuz”

Rabia Görmüş 09.04.2025

20 Aralık 2024 Cuma

SPİNOZA PROBLEMİ ÜZERİNE İÇE BAKIŞ

“Ona hak ettiği zamanı ver”

Satırların altını özenle çizdim ve biraz karşısına durup izledim. Ona hak ettiği değeri ver. Son zamanlarda etrafıma baktığımda ‘hakettiği değeri veriyor muyum?’ diye sorguladığım bir takım şeyler oluyor. Ya da bir sanat eseri izlerken, sanatçının aktarmak istediği ile benim algıladıklarım arasında nasıl bir bağ kuruluyor. Bir romanı bir yazara sorduğunuzda belki günlerce uykusuzca bir cümleyi düşünüyor, sabah uyandığında gece yatarken, su içerken, yürüyüşe çıkarken, alışverişte… Ne çok şey var hayatta takip etmemiz gereken ve yapmaya gönüllü olduklarımız ve en çok da haz aldığımız şeylere baktığımda, ‘ona hak ettiği değeri verdiğim’ şeylerle haz aldıklarım arasında karmaşa yaşayabiliyorum. Soluklanıp çerçeveye bakmak çoğu zaman güzel bir yöntem oluyor. Çerçevelendirilmiş taslağıyla baktığımda hak ettiği değeri verdiğim noktasına gelebilirliğimi gözlemliyorum.

Spinoza Problemini okurken Yalom’un anlattıklarından bana aktarılanlar oldukça fazla ve çarpıcıydı. Etkilenerek okuduğum roman, Yahudilikten aforoz edilen Spinoza ve Alman Nazisinde yaşamı boyunca önemli bir yer alma arzusuyla yanıp tutuşan Rosenberg üzerinde gelişiyor. 17. Yüzyılda Spinoza kendine verdiği dürüstlük sözüyle yaşamını şekillendirirken, 20. Yüzyılda Rosenberg biri tarafından görülme arzusuyla kendisini dahi şaşırtacak bir güvenme ihtiyacıyla karşımıza çıkıyor.
“Dünyada kendi vicdanımdan başka bir gücün peşine düşmeyeceğim” diyor Spinoza, kardeşlerinin onu yadırgayan bakışlarıyla karşılaşmış olsa da. Yeteneklerine rağmen değil, yetenekleri sayesinde bu yolu seçtiğini görüyoruz. Ve bir granit gibi karşısında duran kardeşlerinden ayrılacağını bile bile kendi seçtiği yolda ilerlemek adına Yahudi geleneğine göre “herem” denilen aforoz işlemine hiçbir itirazda bulunmuyor. Kısa süren yaşamına baktığımızda da hayatı boyunca yalnız olduğunu görüyoruz.
Ve tabi ki onun aforoz edilmesine sebep olanlardan Franco ve Jacob ile diyalogları üzerine başlarda oldukça duruluyor. Onların Spinozaya soruları karşısında emin cevaplar vererek Tanrı ile olan ilişkisinden bahsettiğini görüyoruz. “Bizim görevimiz, sevgi dolu bir hayat yaşayıp Tanrı’yı öğrenerek mutluluğa şimdi ulaşmaktır” diyor bir yerde. Ve karakterin kader olduğunu, özgürlüğün bir bedeli olduğunu, sorgulamadan körü körüne inanmanın bir hastalık olduğunu öğreniyoruz Spinoza’dan.
Babasının kendisi hakkında bir haham olma hayallerini de suya düşeren biri oluyor ve babasının isteğine itaat etmeyerek onursuzca bir davranış mı sergilemiş oluyor? Bunu sorgularken buluyoruz kendimizi.
Diğer yandan 20. yüzyılda Rosenberg’in arayışlarına eşlik ediyoruz. Öğretmenlerinin, yahudi karşıtı söylemlerinden ötürü kendisine ceza verdiğini görüyoruz ve Alman asıllı Goethe’nin dünyasındaki Yahudi asıllı Spinoza’ya ışık tuttuğu bir ödev oluyor cezası. Hayatta bazen bir yol açılması hali vardır. Bir şeye, başka, anlamsız sandığımız bir şey, yol açar. Bir kapıda diyebiliriz buna. Hiç beklemediğimiz bir anda bir düşüncenin gelişi ve Rosenberg Goethe’ye hayrandır. Ve öğrenir ki, Goethe Spinoza’nın Etika’sını bir yıl cebinde taşımıştır. Bizi parlatan ve bize haz veren, ilham olan yazarların yaşamlarına değen başka fikirdaşların varlığını bilmek kıymetlidir. “Aa bunu o da okumuş mu?” şaşkınlığı diyorum ben buna. Her insanın kendinden hayata kattığı ve hayattan kendine aldığı katkılar bambaşka. Ve birbirimizden ilhamla ne çok şeyden etkileniyoruz, diye düşünmeden edemiyorum. Rosenberg Yalom’un kurgusunda Goethe’nin hayran olduğu Spinoza’ya çok temas edemese de, etkileşimleri olmuş. Ve Rosenbergin abisin yakın arkadaşını yıllar sonra karşısında gördüğünde bir hasreti depreştiğini gözlemliyoruz. Friedrich’in karşısına çıkmasıyla yuva kavramına sarıldığımızı hissediyoruz. Sevilmemeyi, hep bir yabancı olmayı hatırladığını ve aileden olmak için neler gerekli olduğunu bilemediğini fark ediyoruz. Romanda her kahramanın kendi içsel dünyasındaki hesaplaşmalarını ve 17. Yüzyıldaki duygularla 20. Yüzyıldaki duygular karmaşışının içerisinde gelip gidiyoruz.
Yüzyıllara böyle bir eserden bakarken, başta konusu geçen “hak etme” kavramı hakkında çok büyük ilhamlar aldığımı söyleyebilirim. Bir duygunun düşünceye bağlanması, düşüncenin kelimelerle ifade bulması, kurgulanması ve yazıya aktarılması, zamanın kıymetini de bizlere vermektedir. Her emeğinin bir zaman dilimde ortaya çıkışı ve karşılık bulmasının çok kıymetli olduğunu düşünmekteyim. Spinoza Problemi kitabını bitirip masamda kapağını kapatıp tekrar baktığımda bir eserin insana nasıl büyük hazlar verebildiğini görmek ve üzerinde düşünüp konuşmak insanın hem kendisine hem de sanatçıya verilen bir teşekkürdür.
Bir romanın en çarpıcı yönü karakterlerin yaşamlarımıza değdiğindeki tılsımının etkileyiciği olduğunu düşünmekteyim. Bu bağlamda Spinoza Problemi bende şu soruları bıraktığını farkediyorum. Size ilham olması dileğiyle: Başkalarının etkisinden kurtulmak, dengeyi sağlamak, disiplinli düşünce şekliyle hareket etmek, hayatımın diğer yüzyıllara aktarılabilecek bir olay örgüsüyle neye ve ne şekilde hizmet ettiğini kurgulamak, herkesin kendini bulmaktan geçtiği bir dünyada var olmak mümkün ve olası mıdır?

24 Ekim 2024 Perşembe

BANA ELLERİNİ VER

Ellerinin kıvrımlarına şaşkınlıkla bakan kadına döndü, “nasıl istiyorsan öyle. Aptallık kime göre, neye göre…Kendi yaratımlarımızı zihnimiz kurguluyor ve biz oynuyoruz. Bize adeta bir kuklaymışız gibi, neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösteriyor. Kendi hayat sorumluluğum benim elimde ve buna yalnızlık dersem yanlış olur. Aynı frekansta olmadığımız onlarca insanla bir arada olmayı seçmek de büyük bir yalnızlık olmaz mı?” diye sordu.

Kalabalıklar içinde yapayalnız olan kadın, adamın cümlelerini düşünerek pencereden geçen buluta baktı. Az sonra o da yerinden kalkacak ve bulut gibi dönecekti kendi iç dünyasına. Ama şimdi, önünde duran hafif açık çayına bakıp, incelediği parmaklarını kuruyemiş tabağına uzattı. Kavrulmuş badem, kaju, fındık, fıstık ve kenarlarında alman çikolatalarıyla süslenmiş tabaktan sadece bir adet badem aldı. Dudaklarına değen tuzun getirdiği o hisle kavrulmuş bademi ağzına sakinlikle ve hissederek attı. Bazen çok büyük olmasına gerek olmayan bir “durma pratiği” idi bu. On yaşındaki yeğeniyle yaptıkları zeytin yogası pratiğini anımsayıp gülümsedi. Zeytinin tadının ilk defa daha farklı ve daha özenli aldığı o anı anımsadı. Oradan yaz geceleri ateş böceklerinin seslerine ve uzaktan gelen denizin kokusuna gitti zihninde. Bak işte zihnimiz nasıl oyunlarla bizi oradan oraya götürüyordu, az evvelki konuşmayı anımsadı. “Eskisi gibi değiliz, yalnız hissediyorum, aptal gibiyim”

Özlüyordu kadın. Neyi özlediğinin farkında değildi ve saçlarına götürdü ellerini. Saçlarını okşayarak parmak aralarından geçirdi, elektriklenen saçlarını toplar gibi bir araya getirip saldı. Adamın uzandığı dışı deri kaplı kupanın içinde demli bir çay vardı. Bir yudum alıp tekrar koltuğa yaslandı. Ve devam etti: “nasıl istiyorsan öyle. Bazen olmaz sanırsın, seni anlıyorlardır ama sana yardım edemezler. Aynaya baktığında manyak bir adam görürsün, ya da kadın. Aynada kendini tanıyamaz, kendine zaman ayıramadığın için dertlenir ama bir şey yapamazsın. Tüm dünya bir araya gelmiş seni çekiştiriyordur. Izdırap içindesindir, borçlar, sorumluluklar, yaşayamadığın aşklar ve beklentiler. Hele ki ortası yoksa duygularının, ifrat ve tefride gidiyorsan tehlikedesindir. Seni ele geçiren duyguların esaretinde zifiri karanlıkta debeleniyorsundur. Burada da kendi hayatının sorumluluğunu almak durumundasındır. Akşamın sabahı vardır, derler. Kalabalıkların içinde yalnızlıklar, yalnızlıklarda kalabalıklar. Matruşka.” diyerek kadının burnunu okşadı ve gülümsedi. Kadın burnunun okşanmasından hoşlanmıyordu ama söylemedi. “Özlediğinin farkındayım, ben de seni özlüyorum. Hayat koşullarımızda özlemek de sevdaya dahil” dedi adam. Masadaki tabaktan çikolata alıp gülümseyerek keyıfle kadına baktı. “Ye” dedi. Kadın omuzlarını silkti ve narin bir edayla “beni neden yalnız bırakıyorsun?” dedi. Birkaç dakikadır anlattığını düşünüyordu adam ve aynı yerde duruyordu kadın. Kuruyemişler aynı dolulukla masada, çaylar biri açık biri demli. Radyoda çalan “bana ellerini ver” şarkı sözleri ile sustular.

Bir süre sonra kadın adama yaklaştı ve “bana ellerini ver” dedi. Adam uzun parmaklarının arasında duran narin parmakları okşadı. “Süregelen bu koşturmacada bu anların önemi çok derin.” Dedi. Dışarıda hava soğuktu ve evlerinde olmanın mutluluğuyla birbirlerine baktılar. “Hayat aynı yerde farklı düşüncelerin harmanlanmasıyla oluşan bir senfoni gibi” dedi adam. “Sanıyoruz ki hepimizin hayatı kendimizinkinden daha muhteşem. Kendi yanılsamalarımızda kendi aynamızdan bakarak bir hayranlık duyuyoruz. Karşımızdaki ilişkilere, iletişimlere, bakışlara, fikirlere… Oysa ne kadar da birbirimizin farklı versiyonlarıyız. Parmak izi gibiyiz şu dünyada. Dolayısıyla sen benim biricik parmak izimin biricik sevgilisisin” dedi. Kadın parmak uçlarına bakıp “sinyalleri doğru okuduğunda seni ele geçiren o ağır yükten ya da yalnızlık hissinde sağaltmış oluyorsun ruhunu. Yalnızlığın, özlemenin, kırılmanın arkasındaki dinamiklerin endişe vericiliğine bakıyorum. Sonra olanın bu durumu kabul etmekle sağaltılabildiğini gözlemliyorum.” Dedi. Adam püs dikkat dinliyordu. Sonra sıradaki şarkıya geçti radyo: “dönüp dolaşıp yine sana geliyor içimdeki her konu” Kadın gülümsedi. Ellerinin kenetlendiği ellere bakarak…

13 Ekim 2024 Pazar

AÇIK KAPI

-Alaçatı notları-
Denizin uçsuz bucaksız izlenebildiği, suyun sükunetle hemhal olduğu, karşı kıyılarda dağların siluetinin bir resim tablosunu anımsattı o yazlık sahilindeydiler. Girilmez ibaresi olmayan fakat halatlarla kapatılmış iskelenin önünde durdular. Arkadaşına “şurada otursak nolur” diyerek baktı, arkadaşı tereddüt etse de ikisi de birbirlerine baktılar ve halatların alt kısmından eğilerek iskeleye geçtiler. Bir yandan denizin içine doğru sıralanmış tahtalara basarken bir yandan gizli bir yol katediyor olmanın heyecanıyla ilerlediler. Şezlonglar yazdan kalma ve nizami sıralanmalarıyla denizi selamlıyordu. İskelenin t şeklini andıran kısımlarından sağında biri, solunda biri oturdu ve gölgeye gelen bakışlarını denize uzattılar. Hem yan yana hem ayrı ayrı yansıyan duygularını izliyor gibiydiler. Kısa süre önce buraya girebileceklerini dahi düşünmemişlerdi ama işte şu an denizin içinde ve şezlongun üstünde bacak bacak üstüne atmış mis gibi tuzlu suyu kokluyorlardı.

Dalga seslerinin eşliğinde rüzgarın sesi, uzaktan geçen motorların sesi, martıların sesi dans ediyordu. Mavi alabildiğince mavi, yeşil alabildiğince yeşildi. En son ne zaman oturup denizi izlemişlerdi, bilemiyordular. Yeşil elindeki kitabın fotoğrafını çekiyordu, buraya girmeyi teklif eden Deniz ise isminin müsebbibi denizin maviliğine dalmıştı.

“Deniz” dedi, Yeşil. Biri geliyordu, yaklaştığını fark ettiğinde artık yanlarında olmasına birkaç adım kalmıştı. Genç adam belli ki iskelede görevli biri idi, Yeşil’le konuştuklarını Deniz duyamamıştı . Deniz bir denize, bir güneşe, bir garsona bakakaldı. Eline yeni aldığı kitabın kapağını açamamış, sadece izliyorken toparlandı ve yanlarına ulaştı. Yeşil teşekkür etti, garson geri döndü yürümeye başladı. Ve Deniz ne olduğunu sorarcasına başını ve bakışlarını Yeşile uzattı. “Burada oturmanın bedeli beşyüz tl imiş” dedi. “E o zaman bize müsaade” dedi Deniz. “Şuradaki çay bahçesinde bir kahve içmeye ne dersin?”

Deniz ile Yeşil iskeleden karaya doğru yürürlerken halatların açıldığını gördüler. Deniz Yeşile bakıp gülümsedi. “Bazen sınırları zorlamak, kapıları açtırabilir miymiş?” diye sordu Deniz. Yeşil tatlı tatlı gülümsedi. Çay bahçesine bakıp “ orada olmak da hayata dahil” dedi. Arkalarında bıraktıkları dünyanın verdiği neşe ile yollarına devam ettiler.

Bir halat nasıl çözülür ve tercihler nasıl dönüşür, bunu deyimlediler.

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı

BAHÇEDE ALTIN SARISI SAÇLAR: Bir Macara Hatıratı “Annesi Erken Ölen Çocuklar İçin” Rüzgara koyu renk bir elbiseyle çıkmış ağacın, dallar...